2009/02/01

Darwin'in en büyük keşfi: Tasarımcısız tasarım

Francisco J. Ayala 'nın 15.05.2007 tarihinde PNAS (Proceedings of the National Academy of Sciences of the United States of America) dergisinde yayımlanan "Darwin's greatest discovery: Design without designer" başlıklı makalesinin çevirisi Evrim Teorisi sitesinde yayımlandı.

"Darwin'in en büyük keşfi: Tasarımcısız tasarım" başlıklı bu yazıya buradan ulaşabilirsiniz.

Makalenin başlangıcı şöyle:
Darwin’in bilime en büyük katkısı, doğa yasaları tarafından yönetilen hareket halindeki maddelerin sistemi olarak doğa kavramını biyolojide de devam ettirmek suretiyle Kopernik devrimini tamamlamış olmasıdır. Darwin’in doğal seçilim keşfiyle birlikte, canlıların köken ve uyumları bilime konu oldu. Böylelikle artık canlıların uyumsal özellikleri, tıpkı cansız dünya fenomeni gibi, bir Akıllı Tasarımcı’dan yardım dilenmeden, doğal süreçlerin bir sonucu olarak açıklanabilecekti. Kopernik ve Darwin’in devrimleri, tek bir Bilimsel Devrim’in iki safhası olarak görülebilir. Onlar, modern dünyadaki bilimin başlangıcında şu anlamda birlikte öncü oludular: doğa yasaları aracılığıyla açıklama. Darwin’in doğal seçilim teorisi, doğal seçilimin ilgilendiği kendiliğinden ortaya çıkan varyasyonların (mutasyonların) kademeli birikimi, doğal süreçlerin sonucu ortaya çıkan canlıların ‘tasarım’ını ve olağanüstü çeşitliliğini açıklar. Hangi karakterin seçileceği, belirli bir yer ve belirli bir zamanda mevcut olan varyasyonlara bağlıdır. Bu da, canlının geçmişine olduğu kadar mutasyonun rastgele sürecine de bağlıdır. Mutasyon ve seçilim, mikroskopik canlılardan başlayıp orkideler, kuşlar ve insanları üreten harikulade bir süreci birlikte yürütmüşlerdir. Evrim teorisi, yaşamda birlikte var olan şans ve gereklilik, rastlantısallık ve nedensellik (determinizm)’ı ifade eder. Darwin’in temel keşfi işte buydu: yaratıcı fakat bilinçli olmayan bir süreç.

İmtiyazlı Gezegen ve Tasarımcı Hezeyanlar - 2

İmtiyazlı Gezegen ve Tasarımcı Hezeyanlar başlıklı yazımdaki gerçekler Mustafa Ajlan Abudak'ı (MAA) oldukça tedirgin etmişe benziyor. Cevap vermeye çalışırken ne kadar komik duruma düştüğünü bile fark edemiyor. Bu yazımda MAA'nın devam eden hezeyanlarına değineceğim. Bu yazıyı okumadan önce hemen yukarda linkini verdiğim yazımı ve yorumlar bölümündeki MAA'nın cevaplarını ve benim ona verdiğim cevapları okumanızı öneririm. Burada sadece kendi blogunda en son olarak vermiş olduğu cevabı inceleyeceğim.

Dansözlük gibi benzetmelerle alaka kurmanız çok hoşuma gitti. Bu hiddetinizin arttığını ve çaresizliğinizin boyutunu gösteriyor. İşleyecek argüman kalmayınca çamur at izi kalsın taktiğiniz devreye girmiş. Tartışma üslubunuzun seviye noksanlığını da ayan beyan ortaya koymanız bakımından da önemli (gerçi nette bu konuda da bolca yazılı metin mevcut). Bu konuda yorum yaptıkça seviyenizdeki düşmede o derece artıyor.

(...)

Cevabınıza bakınca benim özellikle belirttiğim noktaların es geçildiği blogumda linkleriyle verdiğim bilgiler sanki yokmuş ta sadece size yem olarak sunduğum kısım varmış gibi davranmanızda bunu ortaya koymakta. [Vurgu benim tarafımdan yapılmıştır. DV]

Gönüllü aptallık beni sinirlendiren nadir şeylerden biridir. Gönüllü olarak aptalca hareket birini görünce sinirlenirim. İnsan gerçekten aptal olabilir. Herkes zeki olacak veya belli konularda bilgili olacak diye birşey yok. Ama gerçekte aptal olmayıp gönüllü bir şekilde aptalca davranan birine karşı sakinliğimi koruyamam. MAA'da maalesef bunu görüyorum ve bu beni sinirlendiriyor. Bunun yanında ikiyüzlülük de beni sinirlendirir. MAA'ya dansöz benzetmesi yapmamın ve çok iyi kıvırdığını söylememin nedeni de ikiyüzlü tavırlarıdır. Bu o kadar bariz ki hala nasıl kendini savunmaya devam edebiliyor anlamak mümkün değil. Şimdi size sözlükte ikiyüzlülük kelimesinin altına örnek olarak verilebilecek olayı aktarmak istiyorum. MAA, ilk yazımın yorum bölümünde şöyle diyor:

Tenure olayında hezeyanın kimin tarafından ortaya konduğunu bizde istatistiki veri ile ortaya koyalım. Bir bilim adamının önü sadece AT destekçisi olduğu için nasıl kesiliyormuş bir bakalım, edebiyatıda başkalarına bırakalım;


''Gonzalez's failure to obtain research funding has been cited as a factor in the decision. "Essentially, he had no research funding," said Eli Rosenberg, chairman of Gonzalez's department. "That's one of the issues."[22] According to the Des Moines Register, "Iowa State has sponsored $22,661 in outside grant money for Gonzalez since July 2001, records show. In that same time period, Gonzalez's peers in physics and astronomy secured an average of $1.3 million by the time they were granted tenure."On February 7th, 2008, his appeal to the Board of Regents was denied'' kaynak İlgili Wiki maddesi... [Vurgu DV]

Yani MAA açıkça sunduğu istatistiki verinin, Gonzalez'in maddi olarak üniversite için faydalı işler yapmış olduğunu gösterdiğini düşünüyor. Benim buna verdiğim cevap ise şöyle:

Üzgünüm ama burada fena halde çuvalladın. "Peer" kelimesinin ne anlama geldiğine bir sözlükten bak istersen. Orada söylenen şu. Gonzalez'in araştırmalarıyla 2001'den bu yana üniversiteye $22.661 getirirken, astronomi ve fizikte tenure alan "emsalleri" tenure alana kadarki dönemlerinde ortalama $1,3M getirmiş. Burada aslında Gonzalez'in maddi açıdan üniversiteye ne kadar faydasız olduğu açıkça ortaya koyulmuş. Sen ise bunu tamamen tersinden anlayıp bir de bunu kendi argümanını desteklemek için kullanmışsın. Bir de "Bir bilim adamının önü sadece AT destekçisi olduğu için nasıl kesiliyormuş bir bakalım, edebiyatıda başkalarına bırakalım" demişsin ya gerçekten de öyle bırakalım burada ne edebiyatı yapılıyor okuyanlar kendilerine göre karar versin.

Bunun üzerine MAA ne derse beğenirsiniz? "Doğru diyorsun, ben orada söyleneni yanlış anlamışım" falan dediğini düşünecek kadar saf değilsinizdir umarım. Bakın neler demiş:

Demek ki biliminsanın temel özellikleri buymuş. O alıntıyı neden verdiğimi anlayamamış olmanız hiçde şaşırtıcı değil:) Öncelikli olarak Gonzalez'e tenure vermemenin temel nedenini oraya indirgenecek kadar ucuz bir söylem olmasından. Demek Einstein ünlü teorilerini ortaya koyarken son derece pragmatist bir şekilde o teorinin sonuçlarından elde edilecek paraya konsantre olmalıydı.Nede olsa getirilen para bilimsel kimliğin niceliğini belirliyor değil mi? Sanırım işte o zaman ''Einstein'' olamazdı. Aslında itiraf edeyim balıklama atlayacacığınızda bildiğim için koymuştum o alıntıyı, eve gelince ve cevabınızı okuyunca küçük bir tebbesüm ettim.Geleceği gördüğümüz filan yok ama sizi az çok tanıyorum.Bu eleştiriyi yapan ID eleştirmeni Myers gibi bilimi ''sadece'' getirdiği maddi temele indirgeyen ve tamamen pragmatist bir insan olduğunuzu ortaya koymanız açısından teşekkür ederim.Sizi kendi söyleminizle bir kez daha öğrenmiş olduk. Ayrıca bilim=para yada üniversiteye sağlanan ''grant-money'' peer review getirdiği dolarlarmış... gerçi bir materyalisten beklenmeyecek bir cevap değill ama bilimi din yapmış biri için etik açıdan da iç acıcı bir durum değil...

Şaka değil gerçek. Adam utanmadan bunu yem olarak verdiğini söylüyor. En başta bunun Gonzalez'in maddi açıdan faydalı olduğunu gösteren "istatistiki veri" olarak vermemiş, aslında yem atmış. Ah Mustafa vah Mustafa. Ben sana dansözlük yapıyorsun, kıvırıyorsun demekle aslında iltifat ediyorum ama farkında değilsin. Güzel Türkçemizde bu yaptığın şeyi tanımlayacak o kadar güzel sözler ve deyimler var ki en iyisi onlara hiç girmeyeyim. İkiyüzlülük ve pişkinlik gibi iki kelime ile bu durumu özetleyip MAA'nın hezeyanlarına devam edelim.

Galaktik Yaşanabilirlik Kuşağı üzerine

Science makalesinin verilmesi peer-review da en kasıntı dergilerden birinde Samanyolu ile ilgili olarak GHZ kabul gördü demektir. Yani GHZ 1991′de Gonzalez onu ortaya koyduğundan beri resmen kabul görmüştür. Science makalesinin verilişi bunu göstermeye yöneliktir. Oysa sizin söyleminizle sanki GHZ, sadece Samanyolu için geçerliymiş izlenimi verilmeye çalışıyor. Sizdeki maksat nedir? Cevabı bilinen bir soru… [Vurgu DV]

MAA, hayal alemindeki gezisinde benim GHZ'nin uydurma, saçma sapan bir iddia ve hiçbir bilimci (scientist) tarafından kabul görmeyen bir kavram olduğunu söylediğimi görmüş heralde. Eğer yazımın Galaktik Yaşanabilirlik Kuşağı nedir? başlıklı alt bölümüne bakacak olursanız, GHZ kavramına karşı çıkmadığımı tam tersine "Elbette galaksiler içindeki heryerde yaşamın ortaya çıkması veya varolması mümkün değildir. Elbette belli kriterlerin sağlanması gerekir." diyerek bu kavramı desteklediğimi ve devamında da bu kavramın neye göre belirlendiğiyle ilgili bilgi verdiğimi görürsünüz. GHZ'nin sadece Samanyolu için geçerli bir kavram olduğu izlenimi vermeye çalıştığım iddiası da açık bir sanrıdan başka birşey değil. Bakın yazımda GHZ'nin belirlenmesiyle ilgili ne demişim:

GHZ'nin belirlenmesinde yıldız oluşum oranı, metallarin (astronomide hidrojen ve helyumdan daha ağır olan tüm elementler metal olarak anlandırılır) dağılımı, yıldızın yaşı ve süpernovalardan uzaklık gibi kriterler dikkat alınıyor. Metallarin dağılımı karasal gezegenlerin oluşması için gereklidir. Yıldızın yaşı ise gezegenlerde evrim sonucu kompleks yaşamın oluşması için yeterli zaman olması açısından önemli.

Burada GHZ'nin belirlenmesinde kullanılan kriterleri ortaya koymuşum. Biraz kafasını çalıştıran biri bu kriterlerin tüm galaksiler için uygulanabileceğini anlayacaktır diye düşünüyorum. Yani her galakside bu kriterlere uyan belli bölümler olacaktır. Bazısında %10 bazısında bazısında %5 bazısında ise %50 çıkabilir GHZ'deki yıldızların tüm galaksideki yıldızlara oranı. Bu galaksinin fiziği özelliğine göre değişir. MAA'nın sanrılarına neden olan şey şu sözlerim olsa gerek:

Abudak'ın bahsettiği Science dergisindeki makale (The Galactic Habitable Zone and the Age Distribution of Complex Life in the Milky Way) sadece Samanyolu galaksisini konu alıyor. Yani Abudak'ın belirtmiş olduğu değerler sadece Samanyolu için geçerli.

MAA'nın yazısında vermiş olduğu sayısal değerlerin özellikle Samanyolu galaksisi için geçerliği olduğunu belirtmiştim burada. Ama nedense MAA bu sözlerimi ben sanki GHZ'nin sadece Samanyolu için geçerliği bir kavram olduğu izlenimi vermeye çalışıyormuşum gibi algılamış. Halbuki ben burada MAA'nın söylediği birşeye karşı bile çıkmadan sadece okuyucuları bilgilendirmek adına bu noktaya temas etmiştim. Ama her nasılsa MAA herşeyi tersinden anlamayı ve kendine avantaj sağlamayı başarıyor. Bu aslında tipik bir straw man argümandır. Karşıdakinin savunduğu birşeyi farklı gösterirsiniz veya savunmadığı birşeyi iddia etmiş gibi gösterip onu çürütmeye çalışırsınız. MAA burada tam da bunu yapıyor. Beni, GHZ'nin sadece Samanyolu için geçerli olduğunu savunduğumu ve okurlara böyle bir izlenim vermeye çalıştığımı söylüyor (yukarda koyu renkli işaretlediğim yerde). Oysaki bu tamamen uydurma bir iddia. Benim yazımda kesinlikle böyle birşey yok ve yukarda açıkladığım gibi biraz dikkatli okuyan ve yazdıklarımı anlamak için biraz kafa yoran biri yazımdan bunun tersini rahatlıkla çıkaracaktır.

MAA'nın straw man dolu hezeyanlarına devam edelim:

Gonzalez ”kompleks hayatla” uydumuz ay arasında ilişki kurmuyor tarzında güzel saçmalamışsınız.Bu asıl sizin ne belgeseli seyrettiğiniz nede kitapla ilgili söylediğiniz gibi detaylı okuma yapmadıınızı gösterir. Oysa belgeselde ve kitapta aynen şu savunulmakta;

Komedi boyutu bir sonraki aşamaya geçti artık. Utanmazlık diz boyu. Ben, Gonzalez'in kompleks yaşam ile Ay arasında bir ilişki kurmadığını söylemişim. MAA öyle diyor. Peki bir de yazımda bu konuda neler söylediğime bakalım:

Belgeselde, Güneş'in Samanyolu galaksisindeki ve Dünya'nın Güneş Sistemi içindeki yerlerinin kompleks yaşamın ortaya çıkabilmesini sağladığını söylüyorlar. Kompleks yaşamla kastedilenin de özellikle oksijenli solunum yapabilen çok hücreli hayvanlar olduğu belirtiliyor. Çünkü asıl iddia edilen şey Dünya'nın, üstünde yaşan canlılara evreni gözlemleyebilmesine, araştırma ve keşif yapabilme olanağı sağlamasının bir tasarıma işaret ettiğidir. Yani Gonzalez aslında, evreni gözlemleyebilecek, araştırabilecek ve keşifler yapabilecek düzeyde zekaya sahip canlıların (yani insanların), bu gözlem ve araştırmalara olanak tanıyan bir gezegende (yani Dünya'da) bulunuyor olmasının tasarımın bir işareti olduğunu iddia ediyor.

(...)

Abudak resmen Gonzalez'in çalışmasını çarpıtıyor. Gonzalez her zaman kompleks yaşamdan bahsediyor ve özellikle oksijenli solunum yapan çok hücreli hayvanlardan bahsettiğini belirtiyor ama Abudak devamlı olarak "hayat" ve "yaşam" gibi kelimeler kullanarak asıl önemli noktayı gözlerden kaçırmaya çalışıyor gibi gözüküyor. Bu konumda olmasaydık hayat olamazdı lafı tamamen yanlış. Gonzalez'in kendisi zaten GHZ kavramını ortaya koyarken kompleks yaşam için uygun yerleri tanımlıyor.

Komik değil mi? Ben açık açık Gonzalez'in kompleks yaşamdan bahsettiğini söylerken, MAA utanmadan benim bunun tersini söyleyerek saçmaladığımı söylüyor. Bu şuna benziyor. Ben 2+2=4 diyorum. Karşımdaki ise benim 2+2'nin 4'e eşit olmadığını söylediğimi ve saçmaladığımı söylüyor. Bu durumu açıklamak için komediden başka bir söz bulamıyorum. Daha iyi bir tanım bulan beri gelsin. Bir de işin garibi, yazısında hiçbir yerde kompleks yaşamdan bahsetmeyip hep "yaşam" ve "hayat" kelimelerini kullanan ve Gonzalez'in çalışmalarını çarpıtan kendisiyken, garip bir şekilde bana yamamaya çalıştığı sözlerle, benim Gonzalez'in çalışmasını çarpıttığımı söylemesi ancak en absürd komedilerde karşımıza çıkabilecek türden.

Olasılık hesabı üzerine

Olasılık hesaplarını sadece sizin kullandığınızı unutmuşum özür dilerim.Siz sadece Gonzalez yada benim değil Oxford teorik fizik profesörü Roger Penrose gibi bir bilim adamının olasılık hesaplarına bile itiraz edebilecek kadar konuya hakim birisiniz. Sizin nihai amaçlarınıza hizmet etmedikçe kimin ne söylediği umurunuz da değil bilimsel de değil..

Bu konuyu önceki yazımda çok net bir şekilde açıkladım. Verdiğim örnekteki Saftirik Necmi karakterinin yapılan olasılık hesabını kullanması ne kadar yanlış ve anlamsız ise Gonzalez'in kullandığı şekliyle kullanılması da o kadar yanlış ve anlamsızdır. Bunun nedenini ve nasıl kullanılırsa doğru ve anlamlı olacağını şöyle açıklamıştım yazımda:

Eğer evrende başka bir yerde zeki varlıkların oluştuğu bir gezegen bulunursa ve o gezegenin uydusu ile yıldızı Güneş-Ay eşleşmesi gibi olursa işte o zaman işin içinde başka birşey olduğunu ciddi ciddi düşünebiliriz. Tabi aynı zamanda evrendeki başka hiçbir yerde aynı eşleşmenin olmayıp sadece zeki canlıların bulunduğu gezegenler için bu durumun geçerli olması gerekir. İşte o zaman sunulan argüman çok kuvvetli olurdu. Ama elimizde sadece Dünya var ve tek bir noktadan yola çıkılarak istatistiksel değerlendirme yapılamaz. Hiçbir zaman tek bir örnek ile istatistiki bir sonuca varılamaz. Gonzalez sadece Güneş sistemindeki gezegenleri ve uyduları inceliyor ve eşleşmenin sadece Dünya için geçerli olduğunu söylüyor. Ama unutmamak gerekir ki sadece Samanyolu galaksisinde --evrende 100 milyardan fazla galaksi olduğunu da unutmayalım-- bile yaklaşık 300 milyar yıldız var. Bunlardan sadece bir tanesine bakılarak bir değerlendirme yapmak hiçbir anlam taşımaz. Bu sadece bilinmeyenler üzerine kurulu bir iddiadır. Bu argümanın doğru olması için; (1) güneş-uydu eşleşmesi olan her gezegende bu durumu gözlemleyebilecek zekaya sahip canlılar olması ve (2) güneş-uydu eşleşmesi olmayan gezegenlerin hiçbirinde zeki canlılar olmaması gerekir.

Görüldüğü gibi durum çok açık. Olmuş bir olaya bakılarak o olayın olma olasılığının küçüklüğüne istinaden yorum yapılamaz. Yazımdaki örnekte açıkladığım gibi 52 kart yaklaşık olarak 1068 farklı şekilde dağıtılabilir. Yani oturun ve 52 kartı dağıtın. Ortaya çıkan dağılımın gelmesi olasılığı 10-68 dir ama olmuştur. Nasıl bu dağılımı yapmış olmanız bir mucize değilse Gonzalez'in bahsettiği şeylerin de mucizeyle veya bir tasarımın işaretiyle ilgisi yoktur. 52 kart için eğer kafanızda belli bir düzen belirlerseniz ve dağılımı yaptığınızda belirlemiş olduğunuz dağılımın gelmesi olasılığından bahsetmeniz anlamlı olur. Gonzalez'in yaptığı gibi olmuş bir olaya veya güncel duruma bakıp onun hakkında olasılığa dayalı olarak yorum yapmak --kart dağılımı örneğinden de anlaşılabileceği gibi-- tamamen anlamsızdır.

Olasılık konusu gerçektenden "assumptions" ve "constant" kavramını hiç bilmediğinizi ve birbirleri ile alakalı yapıların belirlenmiş bir sistemde kimyasal yada fiziksel bağlamdaki etkileşimlerinin farkını göz ardı ettiğinizi (3 boyutluluk, reaksiyon hızı, kütle çekimi vs) açıkca ortaya koyuyor.Yoksa oyun kağıtlarından olasılık hesaplarının anlamsızlığını kanıtlamak gibi yüzeysel bir hata içine girmezdiniz . . Sırf oyun kağıtları üzerinden yapılan bir hesaplama tıpkı Dawkinsin kör saatçide bilgisayar simülasyonu ile yaptığı naif çabaya benziyor. Çünkü mutlak rasgeleliğe dayalı olduğu izlenimi veren bu çabalar, aslında mutlak bir rastgeleliğe dayanmıyor. Olasılıkların bile kendi içersinde, diğer kurallar ile bağlantılı ‘’örüntüleri’’ var. Bu örüntüler ya akıllı canlıların (tasarladığı) programa dayalı simülasyonlar ile yada biyolojik yapılarda yani savunduğum tasarım cephesinde front-loadingle açıklanıyor.

Koca bir laf salatası. Başka birşey değil. Konuyla tamamen alakasız hiçbir anlam ifade etmeyen sanal bir mastürbasyondan başka birşey değil bu bölüm. Gonzalez'in argümanı çok açık. (1) Dünya'nın zeki canlıların ortaya çıkmasına olanak sağlayacak özelliklerde olması ve (2) Dünya'dan bakınca Ay ile Güneş'in aynı büylükte gözükmesinin Güneş tutulmasında bilimsel keşif yapmaya olanak sağlaması olgularını birleştiriyor. 1 ve 2'nin aynı gezegende olmasının olasılığının küçüklüğünden bahsediyor ve bu iki maddenin bir arada olmasının tasarıma işaret ettiğini iddia ediyor. MAA'nın ortaya koyduğu laf salatası içinde bahsettiği şeylerin bunlarla hiçbir ilgisi yok. Önceki yazımda da belirttiğim gibi Gonzalez bu Ay-Güneş eşleşmesiyle ilgili sadece Gneüş sistemi için bir araştırma yapıyor ve buradan devasa sonuçlara varıyor. Buradaki bariz mantık hatasını önceki yazımda şöyle açıklamıştım:

Sadece Güneş sistemine bakılarak Samanyolu'ndaki 300 milyar yıldız ve diğer 100 milyar galaksinin herbirindeki 100 milyarlarca yıldız için bir sonuca varmak ne akla ne de mantığa sığar. Burada yapılan şey Güneş sistemine bakıp, zeki canlıların sadece Dünya'da olduğundan yola çıkarak tüm evrende sadece Dünya'da zeki canlılar olduğu sonucuna varmaktan farksızdır. Tümevarımın bu kadar fütursuzca kullanılması --şunu da belirtmek lazım ki tümevarımın kullanılmasının faydalı olduğu birçok durum da vardır-- hezeyandan başka birşey değildir. Bütün (evren) içindeki inanılmaz küçük bir noktada (Güneş sisteminde) yapılan gözlemin bütün (evren) hakkında sonuç çıkarmada kullanılması insan aklına karşı yapılmış açık bir hakarettir. Bir de bunun üzerine "bu bir tesadüf olamaz" diyerek; astronomi, kozmoloji, olasılık, istatistik ve mantıksal çıkarım yöntemleri hakkında yeterli bilgisi olmayan bazı insanları etkilemeye çalışmak ise tek kelimeyle ayıptır. İnsanları bu şekilde aldatmak kabul edilebilir birşey değildir.

MAA'dan bunlara cevap olabilecek hiçbir şey gelmiyor. Sadece oradan buradan bulduğu ilgisiz İngilizce yazıları çevirerek bunları kendi düşüncesine destek sağlıyormuş gibi göstermeye çalışıyor ama beceremiyor aşağıda görüleceği gibi:

"By necessity, probabilistic experiments require computer simulation of random events. It must sound as an oxymoron - a computer (i.e., deterministic device) producing random events - numbers, in our case, to be exact. See, if you can convince yourself that your computer can credibly handle this task also. A knowledgeable reader would, probably, note that this is a program (albeit deterministic) and not the computer that does the random number simulation. That’s right. It’s me and not your computer to blame if the simulation below does not exactly produce random numbers." sayfada küçük bir deneyde var…Avidaya ithaf olunur :)

http://www.cut-the-knot.org/probability.shtml

Fakat sizin için bu durumda bir iki yüzlülük var. Şöyle ki biyolojik sistemlerde ve kendi Darwinci iddianızda mutasyon olasılıklarını, evrim üzerindeki yegane bilgi üretici güç olarak görüyor ve kabul ediyorsunuz. Öyle ki, cansız inorganik yapıdan canlı organik yapıya geçiş için gerekli olan birbiriyle ilintili son derece büyük olasılıkları, doğal olarak kabul edebilirken. Mekan evren olduğunda birden bu olasılık hesaplamaları ve olasılıklar "manasızlaşmakta". Bu nasıl bir yaman çelişkidir? Olasılıklarla ilgili olarak "tamamen" olasılıkların yaratıcı gücüne dayanan biri, konu onları rasyonel şekilde anlama gayreti olan hesaplamalara gelince neden saçmalık der? Olasılık hesapları sizin için anlamsızsa, neden salt şansa dayanan, tamamıyla kör olasılıklara, biyolojide ve evrimde iman ediyorsunuz?

Alıntı yaptığı kişinin yazdıklarının anlamak için gerekli temel bilgiye sahip olmadığı için MAA yine komik duruma düşmüş. Bir de utanmadan "Avida'ya ithaf olunur :)" gibi okuyanın koltuğundan düşmesine neden olabilecek birşey söylemiş. Pes doğrusu. Adam bunu okuyor ve bilgisayar programları ile rastgelelik (randomness) oluşturulamaz sanıyor ve Avida gibi bir yapay ve dijital yaşam simülasyon yazılımının aslında rastgeleliği oluşturamayacağı için anlamsız ve faydasızmış gibi göstermeye çalışıyor. Yazık yazık. Halbuki kendi alıntıladığı linkte yazanları adam akıllı incelese, o yazıda bunun tam tersinin söylendiğini ve rastgeleliğin bilgisayar programları ile oluşturulabildiğinin söylendiğini görecek. Sayfadaki deneyden de bahsetmiş ilginç bir şekilde ama belli ki Start düğmesine basıp deneyin nasıl bir sonuca ulaştığını görme zahmetine katlanmamış. İlgili sayfadaki deneyi siz de çalıştırıp rastgele seçim yapan bir yazılımın ne kadar başarılı veya başarısız olduğunu gözlemleyebilirsiniz. Ayrıca ilgili sayfada rastgele seçim yapan bir programın nasıl tasarlanacağı da açıklanıyor. Bunun yanında üniversitede programlama ile ilgili ders almış olan herhangi biri de rastgele seçimin nasıl yapılacağı konusunda temel bilgiye sahiptir. Programlama öğrenen herkesin başlangıç zamanlarında öğrendiği birşeydir bu. Ayrıca kendilerine aynı sitedeki Mathematics and Biology başlıklı yazıyı okumalarını öneririm.

Bu arada "kör olasılık" lafının anlamını da çok merak ettiğimi belirtmek isterim. "Kör tesadüf" ve "kör olasılık", yaratılışçı güruh tarafından uydurulmuş ve aslında bilimsel olarak hiçbir temeli ve anlamı olmayan garip laflardır. Olasılığın körü veya kör olmayanı yoktur. "Olasılığın yaratıcı gücü" diye bir saçmalık yoktur. Olasılık kavramının ne olduğunu, nasıl belirlendiğini, ne anlama geldiğini bilen biri böyle laflar kullanmaz.

Kaldı ki bunların asıl konu ile hiçbir ilgisi yok. Gonzalez'in olasılık hesabını kullanma şeklinin yanlışlığını ve nasıl kullanırsa doğru olacağını hem önceki yazımda hem de yukarda açıklamıştım. MAA'nın çarpıttığı gibi ben olasılık hesabını manasızlaştırmıyorum. Gonzalez'in kullandığı şekilde kullanmanın manasız olduğunu söylüyorum ve nasıl manalı hale getirebileceğinin de yolunu gösteriyorum. Bütün evrendeki tek bir gezegen sistemini (Güneş sistemi) inceleyerek bütün evren hakkında bir yargıya varmak hezeyanların en büyüğü değildir de nedir? Gonzalez'in iddiasının doğru olması için (1) evrende zeki canlıların olmadığı hiçbir gezegenden bakıldığında uydusu ile yıldızı aynı boyutta gözükmemeli ve (2) evrende zeki canlıların ortaya çıktığı tüm gezegenlerden bakıldığında uydu ile yıldız aynı büyüklükte gözükmeli. Eğer Gonzalez, 1 ve 2 maddelerindekilerin doğru olduğunu gösterebilirse bu ilişkinin bir tasarımın işareti olduğunu çok sağlam bir şekilde göstermiş olur. Peki Gonzalez bunu yapabiliyor mu? Elbette hayır. MAA'nın da belirttiği gibi bunu sadece Güneş sistemi için yapıyor. Yani evrendeki yaklaşık 100 milyar galaksiden sadece biri içindeki yaklaşık 300 milyar yıldızdan sadece bir tanesi için yapıyor --elbette tüm evren incelensin ve ona göre bir yorum yapılsın demiyorum ama böyle bir yorumun milyarlarca kere milyarlarca yıldızdan sadece bir tanesi kullanılarak yapıldığına dikkati çekmek istiyorum-- ve hangi akla hizmet ettiği anlaşılmaz bir şekilde bunun bir tasarım işareti olduğunu iddia ediyor. Olasılık ve istatistiğin bu kadar cahilce kullanılmasını hezeyan olarak tanımlamamdan daha doğal birşey olabilir mi?

Darwinist, materyalist ve ateist misyonu(!) üzerine

Birde bu makalede verdiğiniz kaynaklar http://www.epicidiot.com gibi tamamen tek-yönlü, amacı belli olan (Sizin gibi) misyonlu kuruluşlardan. Objektiflikle yakından uzaktan alakaları yok. Bakın ben size aşağıda NASA’dan daha önceki yorumda Cambridge’den yada scholardan veriyorum hangisini ciddiye almak lazım ?

Ben "tek-yönlü", "amacı belli olan" ve "misyonlu" bir siteden durumu anlaşılabilir hale getirmek için sadece iki tane grafik aldığım için ciddiye alınmamam lazım. Ama bütün yazılarında Discovery Institute (DI) gibi Akıllı Tasarım hareketinin resmi temsilcisi olan bir kuruluşu ve bu kuruluşta çalışan insanların yazılarını kaynak olarak alan MAA'yı ciddiye almak lazım. Çünkü eğer birileri akıllı tasarımı destekliyorsa objektiftir ama akıllı tasarıma karşıysa objektif olamaz. İşte MAA'nın garip mantığı. Ama tabi burada DI'yi kendisinin kaynak olarak kullandığından falan hiç bahsetmiyor, NASA ve Cambridge'den yaptığı alıntılardan bahsediyor. Alıntı yapmayı marifet sanmak da ilginç birşey. Önemli olan alıntının içeriğidir. NASA ve diğer "objektif" kuruluşlardan yaptığı alıntıların içeriğine birazdan bakacağız ve bunlarda tasarım argümanını destekleyici birşey olup olmadığına bakacağız.

"Grant money" kısmıyla yaptığım, sadece parasal nedenler ve kendilerince az onaylanmış makale, bilimsel kriterler gibi son derece mesnetsiz iddialarla, siz materyalistlerin tenure olayındaki yaklaşımlarının ne kadar indirgemeci olduğunu göstermektir. Zaten aşağıda verdiğim e-mailleşmelerde bu mesnetsizliği ve hazımsızlığı ISU’dakilerin kendi ağızlarından kanıtlıyor. (Siz hala itiraz edersiniz bence işte asıl pişkinlik) Bilim adamlığını para kazanmaya eşitleyen bir mantığın bilimin savunuculuğunu yapmasına örnek gösterdim.

Üniversitelerin araştırma yapmak için gerekli parayı nerden bulduğunu sanıyor MAA çok merak ediyorum. Elbette ilgili departmanda çalışanların üniversiteye getireceği maddi katkılar, yeni araştırmalarda kullanılması açısından çok önemlidir. Emekli olana kadar üniversitenizde çalışma hakkı vereceğiniz birisinin yeni araştırmaların finanse edilmesini sağlayacak olan maddi katkıları yapıp yapamayacağını elbette değerlendirmeniz gerekir. Bu maddi katkı ve bilimsel yeterlilik konusu Gonzalez'e tenure verilmemesindeki en temel etmenlerdir. MAA en başından beri bahsetmiş olduğum gibi ezilmiş edebiyatını devam ettiriyor. Sanki Gonzalez eşi benzeri bulunmaz bir adamıymış ve sadece akıllı tasarımı savunduğu için tenure alamadığını gibi bir izlenim oluşturmaya çalışıyor. Bahsettiği e-postalara gidip bakabilirsiniz. Bunlar 2005 yılında ISU'nun fizik ve astronomi departmanı üyeleri arasında AT ile ilgili bir resmi duyuru yapılıp yapılmamasıyla ilgili konuşmaları içeriyor. Bunların Gonzalez'in tenure meselesiyle uzaktan yakından bir ilgisi yok. Bu konuda e-postalarda adı geçen bilimcilerin yaptığı birkaç açıklamanın linkini verip bu konuyu burada kapatmak istiyorum:

Tam Güneş tutulması ve Ay'ın boyutu üzerine

Eclipses_solares.en Solar_eclips_1999_4_NR

1. Güneş tutulması türleri (Hoover Andres Alzate)
2. 1999 tam Güneş tutulması (
Luc Viatour)

Önceki yazımın yorum bölümünde MA'ya şöyle bir soru yöneltmiştim:

Çok net bir soru. Buna dürüstçe bir yanıt vermeni bekliyorum. Eğer Ay'ın çapı bugünkünün 0.6 veya 0.7 veya 0.8 veya 0.9 katı olsaydı Dünya'da akıllı canlılar oluşabilir miydi oluşamaz mıydı? Bu durumlarda tam Güneş tutulması olur muydu?

Bu soruyu sormamın nedeni Gonzalez'in (1) zeki canlıların varlığı ile (2) Ay'ın ve Güneş'in büyüklüklerinin tam Güneş tutulmasına ve bu sayede bilimsel keşif yapmaya olanak sağlaması arasında bir ilişki kurması ve bu ilişkinin tasarımın bir göstergesi olduğunu iddia etmesiydi. Eğer Ay'ın çapı şimdiki çapının 0.9 katı olsaydı hiçbir zaman tam Güneş tutulması olmayacaktı ve bu durumda Dünya'daki zeki canlılar bizim yapmış olduğumuz gözlemi yapamayacak ve bu sayede yapılan bilimsel keşifi gerçekleştirememiş olacaktı. Bu durumda da Gonzalez'in 1 ve 2 arasında kurduğu ilişkinin aslında bir tasarımı göstermediği ortaya çıkacaktır. Bakalım MAA buna nasıl bir cevap vermiş:

Verdiğiniz o koşulların hepsinde canlılar olabilir. Akıllı olup olmayacakları yada bizim bildiğimiz formlarda olup olmayacakları tartışmaya açıktır. Tam Güneş tutulması şuanki durumda bile "her zaman" ya da her tutulmada oluşan bir durum değil. Aşağıdaki NASA verileri yalan söylüyorsa o başka siz düzeltirsiniz. Sizin akıllı canlılar konusundaki önermeniz Dünyanın 5 milyar yıldır uydusuyla sahip olduğu tüm değerlerin ve etkileşimlerin değişmesi anlamına gelir. Bunun öngörüsünü yapmak bilimsel olamaz. Siz benden rakamsal verilerle bilimsel olmayan bir çıkarım talep ediyorsunuz. Eğer kendiniz yapabiliyorsanız bu veriler olmuş olsaydı durum "tam" anlamıyla nasıl olurdu açıklayın. Ben burada sadece Ayın Dünyadaki yaşamı şekillendiren önemli etmenlerden biri nasıl olduğu ile ilgili küçük bir çalışma önereyim;

"The Moon And The Origin Of Life- Earth is unusual in bearing life, and in having a large Moon.A number of authors have suggested a possible connection between the two,e.g., through lunar stabilisation of the Earth’s obliquity,or through the effects of the oceanic tides.The various suggestions are reviewed."

http://www.springerlink.com/index/W411M6585338J000.pdf

Güzel kıvırma taktikleri bunlar. Elbette Ay'ın çapı şimdikinin 0.9 katı olmuş olsaydı herşeyin nasıl olacağını bilemeyiz ama biraz kafasını kullanabilen ve olaya objektif olarak bakabilen biri Dünya'daki yaşamın tarihinde pek bir değişiklik olmayacağını, çok büyük ihtimalle (kesinlikten bahsetmek elbette mümkün değil) varolmuş canlı türlerinin tamamı aynı olacaktı. Çünkü Ay'ın çapındaki %10'luk artma veya azalma Dünya üzerindeki yaşamı önemli şekilde etkileyecek bir değişime neden olmaz. %10 yerine %90 küçük olsa önemli farklılıklar olabilir ama %10 gibi bir değişikliğin önemli bir değişime neden olacağı iddia ediliyorsa bunu destekleyecek bir delile ihtiyaç vardır. Yani Ay şimdikine göre %10 küçük olsa ne değişirdi? Bununla ilgili ortaya koyulan birşey yok. Alıntı yapıp linkini verdiği makalede ise Ay'ın büyüklüğünün Dünya yaşamı üzerinde etkisinden bahsediliyor ama biraz önce de dediğim gibi Ay'ın tam Güneş tutulması olmamasına neden olacak miktarda (mesela %5 bile küçük olsa tam Güneş tutulması olmaz) küçük olsaydı ne olacağıyla ilgili birşey yok. Ay'ın büyük olması etkilidir ama çok ufak bir miktar küçük olmasının bir etkisi olacağıyla ilgili hiçbir geçerli bilimsel argüman yok. Eğer MAA var olduğunu iddia ediyorsa bunları açıkça ortaya koyması gerekir. Ben, Ay şimdikinin %25'i kadar olsa hiçbir şey değişmezdi demiyorum ama %5-10 civarı değişimin Dünya üzerindeki yaşamın ve temel olarak insan türünün ortaya çıkmasında kayda değer bir etkisi olmayacağını söylüyorum. Bunun aksini gösteren bir bilimsel delilin olmadığını söylüyorum. Eğer böyle ufak bir değişikliğin bile önemli bir değişime neden olacağını gösteren bilimsel bir delil varsa bunu görmek isterim. Bu konuda MAA'dan veya konuyla ilgili katılımcılardan bilimsel kaynakları bekliyor olacağım.

Tüm insani İlkeler birbirlerine korelasyonlarla bağlı maddelerdir. Hepsi birlikte değerlendirildiğinde genel çerçeveyi ve tasarımı kanıtlarlar. Güneş tutulması elbette o durumlarda da olur ama bu halinde olduğu kadar "mükemmel" olamaz. Chrona’yıda o denli bilimsel keşfe yol açacak şekilde izleyemeyiz. Belgeseli seyrettiğiniz halde sorabiliyorsunuz o daha da ilginç.

İnsani ilkeler meselesine girersek hiç çıkamayız. Bu yazının konusu dışında tutmak lazım onu. Eğer MAA bu konuya girerse ben de ayrıntısıyla girebilirim. Ama hiç olmazsa insani ilkenin herhangi bir tasarımı kanıtlamadığını çok rahatlıkla söyleyebilrim. Ayrıca hala tam Güneş tutulmasının koronanın gözlemlenmesi için "mükemmel" koşul olduğunu söylüyor. Önceki yazımda vermiş olduğum grafikler bunun gerçek olmadığını ve Ay'ın biraz daha büyük olması halinde koronanın daha iyi gözlemlenebileceğini gösteriyor.

Buradan kısaca argümanınızın içinin ne kadar kof olduğunu gösterelim, ama anlamlandıramayacağınız bilerek;

”There is an ‘amazing cosmic coincidence’ that the Moon is about 400 times closer to the Earth than the Sun. At the same time, the Sun is about 400 times larger than the Moon. What this means is that the size of the Sun and Moon as seen from the surface of the Earth is about the same in the sky. When viewed from the surface of Earth, both the moon and sun appear to be about one half degree in size – that is, about the size of your thumbnail when you extend your arm.In astronomical terms, the Sun and Moon have roughly the same angular size. This makes it possible for a solar eclipse to occur. No other planets in our solar system enjoy the same one-to-one ratio.”

http://www.eclipse-chasers.com/about.htm

Şuna bakın şaka gibi. Bu eşleşmenin Güneş sistemi içinde sadece Dünya'da geçerli olduğunu zaten biliyoruz. Bu konuya hem önceki yazımda hem de yukarda Olasılık hesabı üzerine başlıklı bölümde açıklık getirdim. Bu birebir eşleşmenin Güneş sistemi içinde sadece Dünya'da olması hiçbir anlam ifade etmiyor. Evrendeki 100 milyar galaksi içinden bir tanesini alıp, onun içindeki 300 milyar yıldızdan sadece bir tanesini alıp onun etrafındaki gezegenler içinde arama yapıyorsunuz. Bu kadar dar kapsamlı bir karşılaştırma sonucunda nasıl oluyor da bunu tasarımın kanıtı olarak sunabiliyorsunuz anlamak mümkün değil. Böyle bir iddiada bulanan kişi ya karşısındakileri aptal sanıyordur ya da gerçeklik ile bağlarını tamamen koparmış ve hayal aleminde yaşıyordur. Hele bir de MAA gibi yukardaki alıntının benim argümanımın "kof" olduğunu gösterdiğini söylüyorsanız, ben bu vahim durum için söyleyecek birşey bulamam. Muhtemelen psikolojide bu durumu tanımlayan bir terim vardır ama bana göre bunu en iyi sanrı veya halüsinasyon kelimeleri açıklar.

Birde NASA’dan belge;

"Annular vs. Total Eclipses: Lovely solar eclipses are possible because of a lucky coincidence. Although the Sun is about 400 times larger than the Moon, it is also about 400 times farther away. From our point of view, the Sun and the Moon seem to be the same size: 0.5 degrees wide — but not always! The Moon’s orbit around our planet is an ellipse, not a circle, so the width of the Moon waxes and wanes each month by ±7%. Earth’s orbit around the Sun is elliptical, too. The angular diameter of the Sun varies by ±2% throughout the year. When the Moon happens to be the same size as or bigger than the Sun, total eclipses are possible. When the Moon is smaller, eclipses can be only annular or partial. On May 31, 2003, the Moon will be smaller than the Sun, and the maximum eclipse will be annular."

http://science.nasa.gov/headlines/y2003/30may_solareclipse.htm

Görebilen gözler için yeterince açık veriler. Bu alıntının en altında Annular (halka biçiminde) ve Total (tam) tutulmaların resmide var. animasyon değil ama idare edin:) Tam Chrona’yı hangisinde görüyoruz ?

Yine tamamen boş, MAA'nın deyiminle kof bir alıntı. Burada Ay'ın Dünya olan uzaklığının elips yörüngesi nedeniyle değiştiğinden ve dairesel (annular) Güneş tutulmalarından bahsediyor. Bu alıntıyı ne için yazısına aldığını anlamadım. Bu durum aslında benim Ay'ın şimdikine göre %5-10 küçük olsaydı ne olurdu sorumla ilgili birşey. Eğer Ay biraz daha küçük olsaydı tam tutulma olmayacak ve ilgili linkte görülebileceği gibi dairesel tutulma olacaktı. Böylece Dünya üzerindeki zeki canlılar yani insanlar Güneş'in koronasını şimdi olduğu gibi göremeyecekti. Bu Gonzalez'in argümanı yanlışlayıcı bir delildir aslında. Çünkü Gonzalez'in argümanı tam Güneş tutulması ile zeki canlıların bulunması arasında bir ilişki kurup bunun tasarımı gösterdiğini söylüyordu.

MAA'nın benim verdiğim grafiğin içeriğini anlamadığını da şu lafından anlıyoruz: "Animasyon değil ama idare edin:) Tam Chrona’yı hangisinde görüyoruz ?" Elbette tam tutulmada korona gözlenir. Benim verdiğim grafikteki durum Ay'ın şimdiki halinden daha büyük olması durumunu gösteriyor. MAA'nın verdiği linkteki dairesel tutulma ise eğer Ay şimdikinden küçük olsaydı tutulmalar nasıl gözükürdü sorusunun cevabıdır aslında. Yani Ay daha küçük olsaydı hiç tam tutulma olmayacaktı ve şimdiki dairesel tutulmalar gibi bir görünüm olacaktı ve korona gözlemi yeteri kadar iyi yapılamayacaktı. Ama Ay daha büyük olsaydı önceki yazımda vermiş olduğum grafikte de görülebileceği gibi tam tutulma olacaktı (yani Güneş tamamen Ay'ın arkasında kalacaktı) hem de korona gözlemi için daha verimli bir şekilde.

Yazının başında da; "A total eclipse can change your life.Partial eclipses, on the other hand, are just plain fun."

Denmiş. işte tamda Gonzalez’in başına gelen şey ama sizin belkide algı yapınızdan dolayı hiç bir zaman yaşayamayacağınız olay…

Doğrudur Gonzalez'in hayatını değiştirmiş ve kendisini büyük bir yanılgının içine sürüklemiş. Bunun gerekçelerini de hem önce yazımda hem de burada yeteri kadar açık bir şekilde anlattığımı düşünüyorum. Ben Gonzalez'in söylediği şeylerin çoğuna temelde katılıyorum. Benim asıl karşı çıktığım şey Gonzalez'in bazı gerçekleri yorumlaması ve gerçekler arası kurduğu bağlantıya dayalı olarak oluşturduğu argüman. Yoksa temel olarak bilimsel argümanlarına karşı çıkmıyorum. Bilimsel verilerin yorumlanması ve felsefi boyutlu çıkarımlarına karşı çıkıyorum. Zaten yazılarımı okuma zahmetine katlanmış biri bunları açıkça görecektir.

Diğerlerine kendinizce nasılsa bir kulp bulursunuz hatta NASA’ya bile bulursunuz. Sizden sadece ve sadece ISU E-maillerine cevap vermenizi diliyoruz…tabi yapabilirseniz…

Yukarda yaptığım açıklamalara bakarak NASA'dan veya diğer yerlerden yapılan alıntıların benim argümanlarımın aksini göstermek bir yana, MAA'nın argümanlarını desteklemediğini bile görebilirsiniz. E-posta konusuna yukarda kısaca değinerek olayın içinde olan iki kişinin bu konuyla ilgili açıklamalarının linkini vermiştim. Bunların üzerine bu konuyu daha da uzatmanın pek bir anlamı olduğunu sanmıyorum. Çünkü tenure reddi tamamen Gonzalez'in AT'yi destekliyor olması nedenine dayanıyor bile olsaydı --ki ilgili kişilerin açıklamalarıyla ilgili verdiğim linkleri incelerseniz öyle olmadığını görürsünüz-- burada asıl önemli olması gereken konu Gonzalez'in sunduğu argümanların doğru olup olmadığıdır. Benim açımdan asıl önemli olan "İmtiyazlı Gezegen" argümanının doğru olup olmadığıdır.

İmtiyazlı Gezegen ve Tasarımcı Hezeyanlar - 1

Akıllı tasarım, yaratılışçılık ve evrimle ilgili tartışmalarla ilgilendiyseniz çok büyük olasılıkla Mustafa Ajlan Abudak'ı tanıyorsunuzdur. Kendisinin akıllı tasarımla ilgili bir blogu var [Akıllı Tasarım]. Geçenlerde bu blogda İmtiyazlı Gezegen Modern Dogmaya Karşı başlıklı bir yazı yayımladı. Abudak'ın birçok yazısı gibi bu da birçok olgusal yanlış, çarpıtma, mantıksal hata ve daha da kötüsü ezilmiş edebiyatı (bkz. darwinist-materyalist canavarlar tarafından ezilen gururlu akıllı tasarımcılar) ile dolu. Bu yazımda bunlara değineceğim.
Abudak'ın yazısı şöyle başlıyor:
Geçtiğimiz yıl militarist materyalistleri son derece rahatsız eden bir çalışmanın sahibi bilim adamı G.Gonzalez IOWA State Üniversitesindeki işinden kovuldu. Suçu “İmtiyazlı Gezegen Dünya” (The Privileged Planet: How Our Place in the Cosmos is Designed for Discovery) adlı kitap ve belgesel ile evrenin ve içersindeki hayatın tasarlanmış olduğu iddiasına bilimsel bir perspektif getirmesi idi.
Yukarda bahsetmiş olduğum ezilmiş edebiyatını farketmişsiniz heralde. Zavallı G. Gonzalez, "militarist materyalistleri" çok kızdırdığı için görevinden "kovulmuş". Bu olayları takip etmemiş birinin buna inanması oldukça muhtemel ama ABD'deki akıllı tasarım çılgınlığını takip eden ve neler olup bittiğini bilen biri buna sadece güler. Ortada kovulma veya üniversiteden atılma gibi bir durum yok. Guillermo Gonzalez, Iowa State Üniversitesinde assistant professor olarak çalışıyordu. Assistant professor, ABD'deki üniversitelerdeki giriş seviyesidir. Doktorasını tamamlamış akademisyenler doktora sonrası araştırmalarını ve çalışmalarını tamamladıktan sonra üniversitelerde assistant professor olarak ders vermeye başlarlar. Dr. Guillermo Gonzalez de Iowa State Üniversitesinde assistant professor olarak çalışıyordu. Yani Türkiye'deki doktorasını tamamlamış ve yardımcı doçent olarak atanmış birinin üniversitede Yrd. Doç. ünvanı ile çalışmaya başlaması ve ders vermeye başlamasıyla aynı şey diyebiliriz. Türkiye'deki Yardımcı (Balbazar'ın uyarısıyla düzeltilmiştir) doçentliğin ABD'deki karşılığı ise associate professor. Associate professor olabilemek için tenure alınması gerekiyor. Bunun da her üniversite için farklı kriterleri var. Geçen yıl G. Gonzalez'in tenure başvurusu reddedildi. Akıllı Tasarımcıların çıkardığı yaygara üzerine üniversiteden yapılan açıklamada, Gonzalez'in gerekli kriterleri sağlamadığı için başvurusunun reddedildiği belirtiliyordu. Peki bu çok garip birşey mi? Yani normalde her assistant professor tenure alarak associate professor olur mu? Yine aynı açıklamada belirtildiği üzere Iowa State Üniversitesinin Fizik ve Astronomi departmanında son 10 yılda, 12 tenure adayından 4 tanesi reddedilmiş. Yani Gonzalez ne ilk ne de son. Olay aslında, akıllı tasarım sevdalılarının ezilmiş edebiyatı yapmasından başka birşey değil.
Kitabı okumadım ama belgeselde (belgeselin tamamını buradan izleyebilirsiniz) evrenin veya canlılığın tasarlanmış olduğuyla ilgili birşey yok. Abudak ya hayal görüyor ya da okuyucuları olmayan şeylere inandırmaya çalışıyor. Zaten Gonzalez canlılığın tasarlanmış olduğunu iddia edebilecek yetkinliğe veya uzmanlığa sahip biri değil, kaldı ki belgeselde de bununla ilgili birşey yok. Ayrıca okuduğum makalelerinde de bu tip argümanlar yok. Belgesel ve makalelerindeki temel argüman Güneş'in, Samanyolu Galaksisi içinde bulunduğu yerin, Dünya'nın Güneş Sistemi içindeki yerinin ve gezegen olarak fiziksel özelliklerinin oksijenli solumun yapan çok hücreli kompleks canlıların veya daha da özel olarak hayvanların yaşamasına olanak sağlamasının bir tasarıma işaret ettiği. Ayrıca Dünya'nın ve Ay'ın yapı ve konumlarının bilimsel gözlem, araştırma ve keşif yapmaya olanak sağlıyor olmasını da tasarımın bir göstergesi olarak sunuyor. Belgesel de özellikle bunların tesadüfen olmasının olasılıksal olarak çok düşük olduğu belirtiliyor. Kabaca da olsa belgeseldeki temel argümanlar bunlardı. Belgeselde ne olup ne olmadığına yazının ilerleyen bölümlerinde değineceğim. Onun için şimdilik burada kesip Abudak'ın söylediklerini incelemeye devam edelim.
Kitabın iki yazarından biri, (yazıldığı tarih itibariyle) Iowa State Üniversitesi‘nden astronomi profesörü Guillermo Gonzalez, diğeri ise felsefe ve teoloji alanlarında doktorası bulunan Jay W. Richards.
Hiç önemli değil ama yukarda uzun uzun anlattığım gibi G. Gonzalez profesör değil. Türkiye'de henüz Yrd. Doç. olmamış biri ile aynı akademik kademede bulunuyor. ABD'deki üniversitelerde bu kişilerin assistant professor olarak adlandırılıyor olması Gonzalez'i astronomi profesörü yapmaz. Aslında bu çok önemli değil --asıl önemli olan kişinin iddia ettikleri ve bu iddiaları destekleyen verilerdir-- ama konuyu bilmeyenler "koskoca profesörü akıllı tasarımı destekliyor diye üniversiteden atıyorlar" gibi yanlış bir düşünceye kapılabilir. Bu yanlış anlaşılmanın önüne geçmek için bunu belirtme gereği duydum. Mesela akıllı tasarımın en önemli 2-3 adamından biri olan Michael Behe'nin karşısına --10 yılı aşkın süredir AT'yi desteklemesine rağmen-- akademik anlamda herhangi bir zorluk çıkmadı.
Belgeselle aynı adı taşıyan kitabın iki yazarından bir diğeri ise felsefe ve teoloji doktorası olan Jay Richards. Bu işte bir gariplik yok mu sizce? Yani tamamen bilimsel verilere dayanarak bir kitap yazıyorsunuz ama yanınıza bir teolog alıyorsunuz. Neden? Çünkü bilimsel verileri teolojik temelde yorumlamayı tercih ediyorsunuz. Elde ettiğiniz sonuçların teolojik açıklamaları olduğunu düşünüyorsunuz. Hem de çok kötü ve zayıf bilimsel ve mantıksal gerekçelerle. Bunlara yazının ilerki bölümlerinde değineceğim.
Bu arada Abudak'ın yazısına daha sonradan eklediği birşeye daha değinmek istiyorum. Abudak, Gonzalez'in akademik kaydını göstermek için şöyle diyor:
2001 (o meşhur üniversiteye giriş tarihi) - 2007 arası 68 onaylanmış peer-reviewed makale (Bu Iowa State Uni. istediği tenure gerekliliğini yüzde 350 oranında alaşağı etmiş demektir) ve diğer astro fizik yayınlarında çalışmaları 144 kere alıntı olarak kullanılmıştır.
Burada belirtilen 68 peer-reviewed makale tamamen uydurma. Bununla ilgili kendisi uyardım. İlgili kaynakları gösterdim ama kendisi yanlışta ısrar etmeyi tercih etti. Bu da kendisinin dürüstlükten uzak olduğunu gösterir benim için. Yani ortada bariz bir yanlış varsa, bunu kabullenip hatanızı düzeltmeniz gerekir. Doğruluğu ve dürüstlüğü önemseyen birisinin böyle yapması gerekir diye düşünüyorum.
Gonzalez'in tüm çalışmalarının bir listesi Discovery Institute (yani Akıllı Tasarım hareketinin resmi merkezi) tarafından yayımlandı. Bu listeye baktığınızda Gonzalez'in, 2001-2007 arasında değil hayatı boyunca 68 adet peer-reviewed makalesinin yayımlandığını görürsünüz. 2001-2007 arasında ise bu sayı 20 civarında gözüküyor (daha ayrıntılı bilgi için buraya bakabilirsiniz). Bu hatasını Abudak'a birkaç kere göstermeme rağmen yanlışta ısrar etti ve bunu bir de yazısına ekledi. Aslında hiç önemli bir konu değil, makale sayısının lafının bile edilmemesi lazım ama bunlar insanları etkilemek için kullanıldığı için ben de yanlışları gösterme ve cevap verme gereği duydum.
Abudak, tasarımın varlığının bilimsel olarak ortaya koyulduğunu şu sözlerle ifade ediyor:
[...] Kitap Dünya’nın, evrende gerçektende Kopernik öncesinde de inanıldığı gibi evrenin merkezi olmasada, evrendeki ve Samayolundaki yerinin gerçekten “özel tasarlanmış” olduğunu bilimsel olarak ortaya koyuyor.
Belgeselde ve Gonzalez'in makalelerinde Samanyolu'nun evrendeki özel yerinden falan bahsedilmiyor. Kitapta da böyle bir argüman olduğunu sanmıyorum çünkü internette kitapla ilgili okuduğum yazıların hiçbirinde böyle birşeyden bahsedilmiyor. Evrenin insan aklına sığmayacak devasa büyüklüğü gözönüne alındığında bir galaksinin nerede olduğunun yaşamın veya kompleks yaşamın oluşmasıyla bir ilgisi olmadığı anlaşılabilir. Belgeselde, Güneş'in Samanyolu galaksisindeki ve Dünya'nın Güneş Sistemi içindeki yerlerinin kompleks yaşamın ortaya çıkabilmesini sağladığını söylüyorlar. Kompleks yaşamla kastedilenin de özellikle oksijenli solunum yapabilen çok hücreli hayvanlar olduğu belirtiliyor. Çünkü asıl iddia edilen şey Dünya'nın, üstünde yaşan canlılara evreni gözlemleyebilmesine, araştırma ve keşif yapabilme olanağı sağlamasının bir tasarıma işaret ettiğidir. Yani Gonzalez aslında, evreni gözlemleyebilecek, araştırabilecek ve keşifler yapabilecek düzeyde zekaya sahip canlıların (yani insanların), bu gözlem ve araştırmalara olanak tanıyan bir gezegende (yani Dünya'da) bulunuyor olmasının tasarımın bir işareti olduğunu iddia ediyor. Evrende veya Samanyolu'nun başka bir yerinde yaşamın (zeki canlıların değil genel anlamda canlılığın) oluşmasıyla ilgili bir iddiada bulunmuyor. Sadece insan gibi zeki bir canlının bu zekasını kullanarak evreni gözlemleme ve araştırma olanığı olan bir gezegende yaşıyor olmasının çok düşük bir olasığı olduğunu ve bu nedenle bunun bir tasarıma işaret ettiğini söylüyor. Basit canlı yapılarının çok farklı ve zorlu koşullarda ortaya çıkmasının mümkün olduğunu kabul ediyor. Bunun için Dünya benzeri bir ortama gerek olmadığını kabul ediyor.
Gonzalez'i asıl etkileyen olay Hindistan'da 1999 yılında gözlemlediği Güneş tutulması. Eski çağlarda Güneş tutulmasından korkarak üstün bir gücün bunda parmağı olduğunu sanan ilkel insanların durumuyla bir anlamda benzerlik var gibi gözüküyor. Elbette Gonzalez, olaya onlar gibi safca ve bilgisizce yaklaşmıyor ama yine de üstün bir güce inanmaya sevk eden temel etmen aynı olduğu için bu benzerliği belirtme gereği duydum. Bakalım Abudak bu olayı nasıl anlatıyor:
[...] Bu şekilde bir spekturumun oluşup gözlemlenebilmesi için gerekli koşullar, son derece kesin ve ince ayarlanmış olmalıydı yoksa gözlemlenmesi imkansızdır. Eğer ayımız biraz daha büyük olsaydı, ay güneşten gelen ışığı tamamen bloke edecekti ve bu gözlemi yapmamız imkansız olacaktı. Eğer ayımız biraz daha küçük olsaydı gelen ışınım son derece kuvvetli olacak ve biz güneşin kronosferinden gelen gerçek spekturumunu gözlemleyemeyecektik. Budurum şuna işaret etmektedir ki, bu gözlemin oluşabilmesi için Ay ve Güneşin birlikte mükemmel bir eşleşme ile bu tutulmayı gerçekleştirebilmesi gereklidir. Gonzalez bununla yetinmeyerek Güneş sistemindeki 65 uydu ve gezegen içinde güneş tutulmasının bu denli mükemmel değerleri verebilecek şekilde oluşma olasılığını hesaplamıştır. Sonuç tatmin edilebileceği gibidir; bu koşullar sadece Dünyaya özgüdür.
Sizi bilmiyorum ama bu bana komik geliyor. Burada sunulan argümana dikkat edin. Ay'ın Dünya'ya olan uzaklığı ve büyüklüğü sayesinde Güneş'in koronasını gözlemleyebiliyor ve bu gözlemle yeni bilgiler ediniyoruz. Bu gözlemin yapılabilmesi de bize tasarımın bir delili olarak sunuluyor. Bu argümanı nitelemek için "komik"den başka birşey bulamıyorum. Bu argümanı savunanlara şunu sormak gerekir. Peki uygun koşullar olmadığı için yapamadığımız gözlemlere ve edinemediğimiz bilgilere ne demek gerekir? Yani bazı şeyler uygun diye gözlemeyemediğimiz ve bilemediğimiz birçok şey olabilir. Sadece gözlemenebilen bazı şeylere bakarak "Vay be şuna bak, eğer şu olay olmasaydı bunu bilemezdik. Bu işte bir hikmet var." demek size akıllıca geliyor mu? Kaldı ki burada sunulan argüman doğru bile değil. Yani tam Güneş tutulması sırasında Ay ile Güneş'in aynı büyüklükte gözükmesi koronanın gözlemlenebilmesi için mutlaka gerekli değil. Eğer Ay daha büyük olsaydı veya aynı büyüklükte olup Dünya'ya daha yakın olsaydı yani Ay, Güneş'ten daha büyük gözüküyor olsaydı da korona gözlemlenebilirdi hem de bilimsel gözlem ve araştırma açısından daha iyi bilgi verecekti. Aşağıdaki resimde (resimler www.epicidiot.com sitesinden alınmıştır) böyle bir durumda Güneş tutulmasının nasıl gözükeceğini bulabilirsiniz.
(1) Görünen boyutlar eşit
(2) Ay'ın görünen boyutu daha büyük
Görüldüğü gibi eğer Ay şimdikinden daha büyük olsaydı, yine korona gözlemlenebilecekti hem de daha uzun bir süre boyunca ve daha etkin bir şekilde. Daha etkin olacaktı çünkü şimdiki duruma göre korona dışından gelen ışık daha fazla bloke edilecek ve korona ışığı daha iyi ve daha uzun süreli gözlemlenebilecekti. Ayrıca koronagraf denilen cihaz ile tam Güneş tutulmasındakine benzer durumlar yapay olarak gerçekleştirilip korona incelemeleri yapılabiliyor.
Görüldüğü gibi burada sunulan argüman hem doğru değil hem de doğru olsaydı bile tasarımı işaret etmekten çok uzak olurdu.
Bu güneş tutulması olgusu, aynı zamanda şu kutlu tesadüfe bakın ki yaşamın ortaya çıkabilmesi için gerekli olan şemayıda içermektedir; yani evrenin herhangi bir yerinde bize benzeyen bir hayatın oluşması, büyük bir uydusu olan gezegen ve belirlenmiş bir mesafedeki yıldızı gerektirir. Bir güneş tutulması için gerekli koşulların tümü aynı zamanda yaşamın varlığı içinde gerekli olmaktadır. Buna ek olarak bu olguları keşfetmek için, akıllı hayatında bu koşulların sağlandığı bir yerde ortaya çıkması bizlere şu sonuça iletmektedir; güneş sisteminde gözlemlenebilen en iyi güneş tutulmaları, bunu gözlemleyebilecek en iyi gözlemcilerin olduğu yerde ve en mükemmel haliyle, bilimsel keşfi ortaya çıkaracak şekilde oluşmaktadır.
Bunları görünce gülsem mi ağlasam mı karar veremedim. Abudak garip bir halüsinasyon içinde yaşıyor anlaşılan. Baksanıza bizimki gibi bir yaşamın oluşması için büyük bir uydu ve belirlenmiş mesafede bir yıldız gerekirmiş. Yani Ay daha küçük olsa Dünya'da kompleks yaşam ortaya çıkamayacak sanıyor Abudak. Bir gezegende yaşamın veya kompleks akıllı canlıların ortaya çıkabilmesi için Ay olmazsa olmaz değildir. Yani uydusu olmayan bir gezegende eğer uygun koşullar varsa canlılık ortaya çıkabilir. Bir uydunun bu konuyla hiçbir ilgisi yoktur. Abudak'ın olaylar arasında kurduğu garip bağlantılara ve vardığı absürd sonuçlara bakın. Güneş tutulması için gerekli koşulların aynı zamanda yaşamın oluşması içinde gerekli koşullar olduğu gibi akıl, mantık ve bilimsel verilerle bağdaşmayan hayali bir iddiada bulunuyor. Güneş tutulması ile yaşamın oluşmasının koşullarını hangi akla, mantığa dayanarak birbirine bağlıyor anlamak mümkün değil. Yanlış anlaşılma olmasın, bu bağlantıyı kuran Gonzalez değil. Abudak'ın en sevdiği şeylerden biri bilim adamlarının çalışmalarını kendi kafasına göre yorumlayarak onların söylemedikleri sanki onların düşünceleriymiş veya söyledikleri şeylerden direk olarak çıkarılabilen, çok bariz şekilde gözüken şeylermiş gibi aktarmaktır. Bunu yaptığını daha önce defalarca gördüm: Richard Dawkins ve Robert Shapiro bunlardan yalnızca ikisi.
Olasılık hesabının anlamsızlığı
Güneş sistemi içinde Güneş tutulmalarının en iyi gözlemlenebileceği yerin Dünya olması ve aynı zamanda kompleks yaşamın oluşmasını sağlayacak koşulların da sadece Dünya'da olması bir tesadüf müdür diye soruyor Gonzalez. Bunun cevabı o kadar basit ki bazılarının bunu göremiyor olması beni çok şaşırtıyor. Bazı durumlarda olasılık hesaplarının ne kadar anlamsız olduğunu ve bunların ne kadar yanlış sonuçlara varılmasına neden olabileceğini çok basit bir örnekle açıklayacağım.
Elimizde bir deste yani 52 tane iskambil kartı var. Bunları 4 kişiye rastgele eşit sayıda dağıtıyoruz. Herkeste 13 tane kart var. Saftirik Necmi (SN), herkesin elinde hangi kartlar olduğunu bir yer not alıyor ve yanında oturan ünlü matematik profesörü Cebir Sivrizekâ (CS) ile konuşmaya başlıyor.
SN: Sayın Sivrizekâ, size olasılık konusunda bir soru sorabilir miyim?
CS: Tabiki sorabilirsiniz.
SN: Elimizde 52 tane oyun kartı var. Bunları dağıtsak şu listedeki gibi ve aynı sırayla dağılması olasılığı nedir?
CS: Çok basit bir soru. Bir deste kağıt 52! yani 52x51x50x....x3x2x1 farklı şekilde dağıtılabilir. Yani bu şekilde dağıtılması olasılığı 1/52! olur. Hemen bilgisayarımda bunun değeri hesaplıyorum... Tamam buldum.
52!=80658175170943878571660636856403766975289505440883277824000000000000
Bu da yaklaşık olarak 8.066 × 1067 eder. Yani kartların bu şekilde dağıtılması olasılığı kabaca 10-68 olur.
SN: O zaman 5 dakika önce burada bir mucizeye tanıklık ettik.
CS: Neden? Ne oldu ki?
SN: 5 dakika önce kartları dağıttığımda size gösterdiğim dağılım ortaya çıktı. Bunun olasılığının 10-68 olduğunu söylemiştiniz. Bu bir mucize değil de nedir? Bu bir tesadüf olabilir mi?
CS: Saftirik bey kardeşim. Daha önce isminizin sizi çok iyi nitelediğini söyleyen olmuş muydu?
SN: Hayır. Neden öyle dediniz? Ne oldu ki?
CS: Bir kere olan bir olaya bakıp, o olayın olması olasığının düşüklüğüne istinaden gerçekleşen olayın bir mucize olduğu sonucuna varmak saflıktır da ondan. Mesela aynı dağılım bundan sonra bir kere daha olursa bu gerçekten de neredeyse bir mucize olur. Veya ben size bir dağılım versem ve siz deneyerek o dağılımı elde ederseniz bu da neredeyse bir mucize olarak değerlendirilebilir. Ama geçmişte olmuş bir olaya bakıp onun olasılığının küçüklüğüne istinaden olayın mucize olduğunu söyleyemezsiniz.
Buradaki olay ile Abudak'ın belirtmiş olduğu zeki canlılar Dünya'da bulunması ile Güneş-Ay arası mükemmel eşleşme --kaldı ki yukarda açıkladığım gibi bu eşleşme aslında mükemmel değil, eğer Ay biraz daha büyük olsaydı veya aynı büyüklükte olup Dünya'ya biraz daha yakın olsaydı Güneş tutulmalarındaki korona incelemelerinde daha iyi sonuç alınırdı-- hiçbir şey ifade etmez. Eğer evrende başka bir yerde zeki varlıkların oluştuğu bir gezegen bulunursa ve o gezegenin uydusu ile yıldızı Güneş-Ay eşleşmesi gibi olursa işte o zaman işin içinde başka birşey olduğunu ciddi ciddi düşünebiliriz. Tabi aynı zamanda evrendeki başka hiçbir yerde aynı eşleşmenin olmayıp sadece zeki canlıların bulunduğu gezegenler için bu durumun geçerli olması gerekir. İşte o zaman sunulan argüman çok kuvvetli olurdu. Ama elimizde sadece Dünya var ve tek bir noktadan yola çıkılarak istatistiksel değerlendirme yapılamaz. Hiçbir zaman tek bir örnek ile istatistiki bir sonuca varılamaz. Gonzalez sadece Güneş sistemindeki gezegenleri ve uyduları inceliyor ve eşleşmenin sadece Dünya için geçerli olduğunu söylüyor. Ama unutmamak gerekir ki sadece Samanyolu galaksisinde --evrende 100 milyardan fazla galaksi olduğunu da unutmayalım-- bile yaklaşık 300 milyar yıldız var. Bunlardan sadece bir tanesine bakılarak bir değerlendirme yapmak hiçbir anlam taşımaz. Bu sadece bilinmeyenler üzerine kurulu bir iddiadır. Bu argümanın doğru olması için; (1) güneş-uydu eşleşmesi olan her gezegende bu durumu gözlemleyebilecek zekaya sahip canlılar olması ve (2) güneş-uydu eşleşmesi olmayan gezegenlerin hiçbirinde zeki canlılar olmaması gerekir. Sadece Güneş sistemine bakılarak Samanyolu'ndaki 300 milyar yıldız ve diğer 100 milyar galaksinin herbirindeki 100 milyarlarca yıldız için bir sonuca varmak ne akla ne de mantığa sığar. Burada yapılan şey Güneş sistemine bakıp, zeki canlıların sadece Dünya'da olduğundan yola çıkarak tüm evrende sadece Dünya'da zeki canlılar olduğu sonucuna varmaktan farksızdır. Tümevarımın bu kadar fütursuzca kullanılması --şunu da belirtmek lazım ki tümevarımın kullanılmasının faydalı olduğu birçok durum da vardır-- hezeyandan başka birşey değildir. Bütün (evren) içindeki inanılmaz küçük bir noktada (Güneş sisteminde) yapılan gözlemin bütün (evren) hakkında sonuç çıkarmada kullanılması insan aklına karşı yapılmış açık bir hakarettir. Bir de bunun üzerine "bu bir tesadüf olamaz" diyerek; astronomi, kozmoloji, olasılık, istatistik ve mantıksal çıkarım yöntemleri hakkında yeterli bilgisi olmayan bazı insanları etkilemeye çalışmak ise tek kelimeyle ayıptır. İnsanları bu şekilde aldatmak kabul edilebilir birşey değildir.
Galaktik Yaşanabilirlik Kuşağı nedir?
(Resim Chandra X-ray Observatory sitesinden alınmıştır.
Büyütmek için resme tıklayın.)
Abudak daha sonra Galaktik Yaşanabilirlik Kuşağı (Galactic Habitable Zone) konusuna giriyor. Bakalım neler demiş:
Galaksilerin tümü için tıpkı samanyolumuzda olduğu gibi yaşamın oluşması için belirli bir bölgenin imkan tanıdığı ortaya çıkarıldı. Bu galaksinin kendine özgü büyüklük ve yapısına göre farklılık gösterse de, yaşam bilinen şekliyle ancak tüm galaksilerin ancak belirli bir alanında oluşabilirdi. Science dergisinde çıkan son araştırma bulgularına görede teyit edilen bu kuşağa Galaktik Yaşanabilirlik Kuşağı (Galactic habitable zone (GHZ)) adı verildi. Yapılan son derece karmaşık hesaplamalara göre, bu kuşak tüm galaktik merkezden yaklaşık 7 ila 9 kiloparsek uzaklıkta olmalı (1 parsek = 3.26 ışık yılı 1 kiloparsek = 1000 parsek) ve içerdiği yıldızlarda 4 ila 8 milyar yaşında olmalıydı.
Bir kere şunu iyi belirlemek lazım. Buradaki konu yaşam değil kompleks yaşam yani çok hücreli ve oksijenli solunum yapan bildiğimiz anlamdaki hayvanlar kastediliyor. Gonzalez de bunu belirtiyor Abudak'ın referans aldığı Science dergisindeki makalede bu belirtiliyor. Elbette galaksiler içindeki heryerde yaşamın ortaya çıkması veya varolması mümkün değildir. Elbette belli kriterlerin sağlanması gerekir. Yani kimse herhangi bir yerde veya gezegende kompleks yaşam rahatlıkla ortaya çıkabilir demiyor.
Abudak'ın bahsettiği Science dergisindeki makale (The Galactic Habitable Zone and the Age Distribution of Complex Life in the Milky Way) sadece Samanyolu galaksisini konu alıyor. Yani Abudak'ın belirtmiş olduğu değerler sadece Samanyolu için geçerli. Peki bu değerler ne ifade ediyor? Samanyolu galaksisi içinde çok küçük bir bölüm mü yaşamın oluşmasına olanak sağlayacak özelliklere sahip? GHZ içinde çok az sayıda mı yıldız var? İlgili makalede (makalenin tam metnine buradan ulaşabilirsiniz) bu konuya da açıklık getiriliyor. GHZ'nin belirlenmesinde yıldız oluşum oranı, metallarin (astronomide hidrojen ve helyumdan daha ağır olan tüm elementler metal olarak anlandırılır) dağılımı, yıldızın yaşı ve süpernovalardan uzaklık gibi kriterler dikkat alınıyor. Metallarin dağılımı karasal gezegenlerin oluşması için gereklidir. Yıldızın yaşı ise gezegenlerde evrim sonucu kompleks yaşamın oluşması için yeterli zaman olması açısından önemli. Burada da Dünya'daki durum referans alınmış ve yaklaşık 4 milyar yılın kompleks yaşamın oluşması için yeterli olduğu düşünülerek hesaplamalar yapılmış. Süpernovaların kompleks yaşam için ölümcül olabileceği düşüncesiyle süpernovalara --her ne kadar süpernovaların yaşamı ne yönde etkileyeceği konusunda büyük belirsizlikler olduğu ifade edilse de-- olan uzaklık da bir kriter olarak hesaplamalara eklenmiş. Hesaplamalar sonucunda, Samanyolu galaksisinde şimdiye kadar oluşmuş tüm yıldızların %10'undan azının GHZ içinde olduğu sonucuna varılmış. Samanyolunda yaklaşık 300 milyar yıldız olduğunu düşünürsek GHZ içinde olanların sayısının yaklaşık 30 milyar olduğunu söylebiliriz.
Bunun yanında, kompleks yaşam yerine her türlü yaşam formu dikkat alınacak olunursan yıldızın yaşıyla ilgili kriterin devre dışı bırakılarak yapılan hesaplamalarda elde edilecek sonuçların bir önceki hesapta elde edilen %10'dan oldukça yüksek olduğu gösteriliyor ilgili makalede. Yani görüldüğü gibi Samanyolu galaksisindeki GHZ azımsanmayacak miktarda yıldız içeriyor. Yani veriler bize Güneş'in yaşama olanak sağlama açısından sıradan olmasa bile ayrıcalıklı veya ihtiyazlı da olmadığını gösteriyor. Tabi eğer %10 gibi bir bölümün tamamı imtiyazlı olarak değerlendirilecekse Güneş de bu 30 milyar yıldızla --diğer 100 milyar galaksiyi hiç hesaba katmıyoruz bile-- birlikte imtiyazlı olacaktır.
Gonzalez Dünyamızın bulunduğu yerin, aslında Samanyolu GHZ’si için bile özel bir konumu olduğunu ortaya çıkarmıştır. Güneşimiz, Segitarius ve Persius kollarının arasında, Orion kolunda Galaksimizin dış disklerinden birinde bulunmaktadır. Böylelikle hem sürekli süpernovaların ve yeni yıldızların oluştuğu sprial merkezden uzak ( Bu lokasyon hayatın oluşması için kritik bir zorunluluktur) hemde evrenin diğer kısımlarının bilimsel keşfi için zorunlu olarak olması gerektiği şekilde tamda olması gerektiği yerdedir. Düz bir yapısı olan galaksimizde eğer GHz nin iç kısımlarında olsaydık hayat oluşmayacağı gibi oluşsada gaz ev toz bulutundan başka gözlemleyebileceğimiz birşeyimiz yani temiz bir evren görüntümüz olmayacaktı. Bu konumda olmasaydık, ne hayat var olabilirdi, nede biz akıllı varlıklar olarak evrende bilimsel gözlem yapabilirdik. Sanki evreni keşfetmemiz için konumlandırılmış gibiyiz. Bu yanılsamadan öte apaçık bilimsel bir gerçektir.
Abudak resmen Gonzalez'in çalışmasını çarpıtıyor. Gonzalez her zaman kompleks yaşamdan bahsediyor ve özellikle oksijenli solunum yapan çok hücreli hayvanlardan bahsettiğini belirtiyor ama Abudak devamlı olarak "hayat" ve "yaşam" gibi kelimeler kullanarak asıl önemli noktayı gözlerden kaçırmaya çalışıyor gibi gözüküyor. Bu konumda olmasaydık hayat olamazdı lafı tamamen yanlış. Gonzalez'in kendisi zaten GHZ kavramını ortaya koyarken kompleks yaşam için uygun yerleri tanımlıyor. Yukarda açıkladığım gibi GHZ ufak bir bölüm de değil. Samanyolu'ndaki yıldızların yaklaşık %10'u bu bölgede. Buna ek olarak Gonzalez'in ortaya attığı bir kriter daha var. Güneş sisteminin galaktik merkez etrafında dönüşünün spiral kollarla uyumlu olduğunu ve bu sayede süpernovalardan korunduğunu söylüyor. Gonzalez'e göre Samanyolu galaksisindeki yıldızların sadece %5'i böyle bir özelliğe sahip. Bunun da doğru olduğunu kabul edersek GHZ'deki 30 milyar yıldızın %5'i olan 1.5 milyar yıldız Gonzalez'in kompleks canlılar için belirlediği yaşanabilirlik kriterleri içinde oluyor. Yani bu konumda olmasaydık yaşamın olmayacağı iddiası tamamen geçersizdir. Kaldı ki bir de Samanyolu dışındaki 100 milyar galaksiyi de hesaba katarsak bu iddianın ne kadar absürd olduğunu daha rahat görebiliriz.
Evreni keşfetmemizi sağlayacak şekilde konumlandırıldığımız iddiası üzücü bir hezeyandan başka birşey değil bana göre. Tamamen öznel bir yaklaşımın ürünü. Neyi gözlemleyemediğimizi bilemediğimize göre gözlemleyebildiklerimize bakarak böyle bir sonuca varmak anlamsızdır. Şimdiki yerimizin keşfetmemize olanak sağlamadığı bazı şeyleri belki başka bir yerde olsak keşfedebilecektik ve o zaman da yine aynı tip insanlar, yine aynı mantıkla orada keşfedebildiklerimizi göstererek orada olmamızın keşif yapabilmemize olanak sağlamasını özel bir gücün bize bahşettiği bir imtiyaza, ayrıcalığa bağlayacaklardı. Yani bu argüman objektif gerçeklere değil subjektif yargılara dayanmakta ve heryerde tasarım işaretleri arayan (aynı Kuran'da mucize avına çıkanlar gibi) kişilerin bir anlamda kendilerini tatmin etmek için ortaya attıkları temelsiz bir argümandır. Bir de buna kalkıp "bilimsel bir gerçektir" demek hezeyan değildir de nedir?
Böylelikle G. Gozalez ve Jay W. Richards teorileri bilim çevrelerinde resmen kabul görmüş ve hala üzerlerinde çalışmalar yürütülmektedir.
Hangi teoriden bahsediyor çok merak ediyorum. Hangi teori bilimsel çevrelerde resmen kabul görmüş? Dünya'nın yerinin ve özelliklerinin, insanların yaşamasına ve bilimsel gözlem ve keşif yapmasını sağlayacak şekilde tasarlandığı teorisi mi kabul görmüş? Bu bir sanrı (halüsinasyon) değildir de nedir? Pes doğrusu.
Aslında belgeselde bahsi geçen diğer konulara da değinmeyi düşünüyordum ama yazı çok uzadı ve çok zamanımı aldı. Sanırım en iyisi burada kesmek olacak. Diğer konulara da belki ilerde başka bir yazımda değinirim.

Bakteri kamçısı (bacterial flagellum) üzerine

Uzunca bir süre akıllı tasarımcıların favori moleküler yapısı olan bakteri kamçısı yeni araştırmalar sonucu elde edilen bilgilerle akıllı tasarımcıları zor durumda bırakmaya başladı. Başta Michael Behe olmak üzere William Dembski, Scott Minnich, Stephen Meyer ve Casey Luskin gibi AT (Akıllı Tasarım) hareketinin en önemli savunucularının flagellum ile ilgili bildikleri ve söyledikleri önemli şeylerin yanlış olduğu yeni araştırmalarla ortaya çıktı.

Nature Reviews Microbiology dergisinin Ekim 2006 sayısında yayımlanan, Mark Pallen ve Nicholas Matzke tarafından yazılan From The Origin of Species to the origin of bacterial flagella başlıklı makale (bu makalenin tam metnine buradan pdf dosyası olarak ulaşabilirsiniz) bakteri kamçısıyla ilgili önceden bilinmeyen önemli noktaları ortaya çıkarıyor. Mesela Michael Behe Darwin'in Kara Kutusu (Darwin's Black Box) kitabında bakteri kamçısının 40'tan fazla proteine gereksinim duyduğunu söylemektedir. Yani 40'tan fazla "olmazsa olmaz" protein olduğunu iddia etmektedir. Halbuki Pallen ve Matzke'nin araştırmaları sonucunda vardıkları sayı 23'dir. Yani incelenen birçok bakteri kamçısının tamamında olan 23 adet farklı protein vardır. Geri kalan proteinlerin bazıları farklı bakteri türlerinin kamçılarında bazıları daha farklı bakteri türlerinin kamçılarında bulunmaktadır fakat tüm kamçılı bakteri türlerinin kamçılarında olan toplam 23 protein vardır. Bu proteinlerin bulunduğu bir listeye buradan da ulaşabilirsiniz. Bu bilgi elbette Behe gibi diğer tüm akıllı tasarım savunucuları tarafından da kullanılmaktaydı ve yanlış olduğu ortaya çıktı. Ayrıca akıllı tasarım savunucuları 40 adet vazgeçilmez (olmazsa olmaz) proteinin 30 tanesinin hiç homologu olmadığını iddia ediyorlardı. Pallen ve Matzke yaptıkları incelemelerde farklı bakteri kamçılarında toplam 42 farklı protein buldular ve bunların 15 tanesinin bilinen bir homologu yok. Ama yukarda da belirttiğim gibi bakteri kamçısında vazgeçilmez 23 protein var ve bunların sadece 2 tanesinin homologu yok. Yani Behe, Dembski, Minnich, Meyers ve Luskin gibi en önemli AT savunucuları kitaplarında ve yazılarında 30 adet homologu olmayan proteinin bakteri kamçısı için vazgeçilmez olduğunu ve bu sebeple başka bir yapıdan evrimleşmiş olmasının mümkün olmadığını savunmaktaydı. Fakat bu bilginin dramatik bir şekilde yanlış olduğu ortaya çıktı. Aslında bakteri kamçısı hakkında pek de birşey bilmedikleri gün yüzüne çıktı. Bakteri kamçısının diğer biyolojik yapılarda bulunmayan 30 proteine gereksinim duyduğunu düşünüyorlardı ama bu sayı bir anda "2"ye düştü. Bu da akıllı tasarımcıların bu kadar ateşli bir şekilde savundukları bir konuda bile ne kadar bilgisiz olduklarını göstermesi açısından oldukça önemli diye düşünüyorum.

Bu konu oldukça uzun ve geniş onun için çok uzatmadan yazımı bitirmek istiyorum. Bu yeni gelişmelerle ilgili daha fazla bilgi edinmek isteyenlere aşağıdaki linkeri incelemelerini öneririm:

Mustafa Akyol ile Akıllı Tasarım ve 'Darwinizm Canavarı' üzerine

Mustafa Akyol, 4 Ocak 2006 tarihinde bir radyo kanalında Akıllı Tasarım ve Evrim başlıklı bir söyleşi programının konuğu oldu. Programın ses dosyasına buradan ulaşabilirsiniz.

Akıllı Tasarım üzerine

Mustafa Akyol’un bu programda söylediği bana ilginç gelen bazı şeyleri aktarmak ve kısaca yorumlamak istiyorum. Sayın Akyol programın başlarında bir yerde şöyle diyor:

Nasıl var olduğumuz sorusuna yaklaşırken 2 tarz cevap var. Biri yaratıcnın var olduğu, diğeri doğanın kendi süreçleri içinde yaşamın ortaya çıktığı yani bir yaratıcının var olmadığı. Tabi bunlardan biri ilahi dinlere uygun düşen bir açıklama diğeri ateizme uygun düşen bir açıklama. Akıllı tasarım teorisi ise aslında üçüncü bir cevap değil. Akıllı tasarım teorisi bir yaratıcının varolduğu, evrene müdahele ettiği, canlıları ve insanı var ettiği gibi bir sonuç çıkarıyor.

Burda Mustafa Akyol önemli bir hata yapıyor. İkinci seçeneği bir tanrının varolmadığı düşüncesiyle özdeşleştiriyor. Halbuki Evrim Teorisi, tanrının veya doğaüstü güçlerin varlığıyla ilgili hiçbir yorum yapmaz. Canlı türlerinin doğada doğal süreçler sonucu kendiliğinden oluştuğunu söyler ve bunun nasıl gerçekleştiğini açıklamaya çalışır. Hatta Evrim Teorisi yaşamın yani ilk canlının nasıl oluştuğuyla da ilgilenmez. Farklı canlı türlerinin nasıl oluştuğunu açıklamaya çalışır. Yani Evrim Teorisi hiçbir şekilde bir tanrının varlığıyla ilgilenmez ve tanrının varolmadığı gibi bir sonuca varmaz. Ama Evrim Teorisi tüm canlı türlerinin doğal süreçler sonunda oluştuğunu savunduğu için haliyle ilahi dinlerdeki, Tanrı’nın fizyolojik anlamda bugünkü insanlardan (Homo sapiens veya Homo sapiens sapiens olarak tanımlanan tür) farklı olmayan ilk insanı bir anda yarattığı düşüncesine karşı çıkmış olur.

Sonuç olarak Evrim Teorisi tanrının varlığına karşı çıkmazken, Mustafa Beyin de belirttiği gibi Akıllı Tasarım tanrının varolduğu, evrene ve canlılara müdahele ettiği sonucuna varıyor.

Mustafa Akyol’un söylediklerine devam edelim:

[…]burda asıl mesele şudur: Yaşam yaratıldı mı yoksa tesadüflerle mi ortaya çıktı? Herkes kabul ederki Akıllı tasarım teorisinin en büyük kurucusu Phillip Johnson’dır ve o derki: Biz yaratılışçıyız. (“ama Dünyanın yaşı 5-10 bindir gibi İncil ve Tevrat’taki şeyleri savunan ve kanıtlamaya çalışan anlamda yaratılışçı değil” gibi bir açıklama ekliyor daha sonra)

Mustafa Beyin dediği gibi Akıllı Tasarım haketinin öncülerinden ve en önemli isimlerinden biri olan Phillip E. Johnson dindar bir Hristiyandır ve elbette yaratılışçıdır. Kendisi bir hukuk profesörü olup dini temelli görüşlere sahip olmasına rağmen, doğa bilimlerinin neredeyse tamamını içermesi gereken bir konuda öncülük yapıyor. Dini yönleri kuvvetli bilim adamlarını etrafında toplayarak bilimi dini inançlarına temel oluşturacak şekilde biçimlendirmeye çalışıyor. Gerçekten çok akıllı bir adam, öyle değil mi?

Mustafa Beyin söylediklerine devam edelim:

Zaten Amerika’da Akıllı tasarım teorisine karşı çıkan darwinistler de diyolar ki “bunlar aslında dini savunuyor yani bilimsel argümanları kullanarak”. Ve evet yani bunda da birşey yok çünkü dinin savunduğu bir kavramı savunuyor Akıllı tasarım teorisi.

[…] Akıllı tasarımın savunduğu görüş İslamiyet, Hristiyanlık ve Yahudiliğin en temel inancı: bir tanrının varlığı.

[…] Zaten tasarım argümanı gerek İslam gerekse Hristiyan ilahiyatında veya Yahudi ilahiyatında hep zaten Allah’ın (sanırım burda Tanrı demek istedi) varlığını ispatlamak için kullanılan en güçlü argüman olmuş. Onun için çok önemli bir argüman.

Mustafa Bey gerçekten de çok açık sözlü. Bunları Amerikada açık açık söyleyemiyorlar çünkü bu sözlerin davalarda aleyhlerine kullanılacağını ve Akıllı Tasarımın temelinde dini argümanlar barındırdığının tescillenerek bilim dışı sayılacağını ve okullarda okutulmasının süresiz olarak yasaklanacağını biliyorlar. Ama Mustafa Beyin böyle bir sorunu olmadığı için Türkiye’deki müslümanları Akıllı Tasarım hareketinin yanına çekebilmek için bunları gönül rahatlığıyla söyleyebiliyor.

Ayrıca konuşmada bir yerde programı yapan kişi “Akıllı Tasarım teorisinde ‘yaratıcı’ terimi kullanılıyor mu” diye bir soru soruyor ve Mustafa Akyol “evet kullanılıyor” diye yanıt veriyor. Ama burda insanları yanlış yönlendiriyor çünkü “yaratıcı” terimi kullanılmıyor. Onun yerine “designer”, “intelligent designer” veya “intelligent agency” yani tasarımcı, akıllı tasarımcı veya akıllı acente (makan, merci) gibi terimler kullanılıyor ve “creator” yani yaratıcı terimi kullanılmaktan özenle kaçınılıyor.

Mustafa Bey’den bir alıntı daha:

[…] bunu hep söylerler aslında “Darwinizm ile din çatışmaz” yani bu Darwinistlerin sık kullandığı birşeydir ki biraz teoriye olan tepkiyi yumuşatmak için… Bunu söylerler fakat biraz durum değişince dine karşı bir takım argümanlar ileri sürmeye başlarlar.

Bunun cevabını aslında ilk alıntıyla ilgili yorumumda bulabilirsiniz. “Evrim din ile çatışmaz” demek bence doğru olmaz. Özellikle de ilahi dinler olarak bilinen dinler yani İslamiyet, Hristiyanlık ve Musevilik, ilk insanın Tanrı tarafından bir anda yaratıldığını savunduğu için Evrim Teorisi ile çelişmektedir. Ama daha öncede söylediğim gibi doğaya ve canlılara müdahele etmeyen bir Tanrı kavramı Evrim Teorisi ile çelişmez.

‘Darwinizm Canavarı’ üzerine

Programın ikinci yarısından itibaren söyleşi daha çok materyalizm ve darwinizmin zararları ve ortaya çıkardığı sonuçlar üzerine oldu. Mustafa Akyol bu konularda, söyleşinni daha önceki dakikalarında Akıllı Tasarımı savunduğu için kendini eleştirdiğini ve bunun sebebini anlayamadığını söylediği Harun Yahya’nın görüşlerine yakın ve biraz popülist görüşler ortaya koydu. Şimdi bunların bazılarına bakalım:

Son 150 yıldır darwinizmin dünyada ne gibi etkiler oluştuduğuna bakarsanız ciddi siyasi, sosyal etkileri var. Çeşitli siyasi ideolojiler bundan beslenmiş. Bunlardan bir tanesi Nazizmdir… Hitler biyolojik ırkçı fikre inanıyordu ve ırklar arası çatışmaya inanıyordu. Bunun aslında çözümlediğinizde Darwin’e gittiğini görüyorsunuz… Darwin’in en ateşli savunucusu olan Ernst Haeckel Almanya’da aynı zaman Nazi ideolojisinin önemli bir kuramcısı… Aynı şekilde vahşi kapitalizm diyebileceğimiz sistemin yani hiçbir şekilde fakir ve yardıma muhtaç insanlara herhangi bir merhameti yanlış gören tür kapitalist anlayışın Darwinizme dayandığını görüyorsunuz. İşte savaşları, I. Dünya Savaşını çıkaran çeşitli …. (burda sunucu araya girerek ‘emperyalizmin de aslında öyle’ dediği için tam anlaşılmıyor), emperyalizm de aynı şekilde…

İşte bu bölümde Mustafa Akyol’un yaratmış olduğu “Darwinizm Canavarı”nı görebiliyoruz. Nazizmin darwinizmden beslendiğini söylüyor ama burda asıl Sosyal Darwinizm denilen bir hareketten bahsediyor. Nazizm ideolojisinin elementleri arasında ırkçılık ve Sosyal Darwinizm vardı. Peki ırkçılık ve Sosyal Darwinizm ile Darwinizmin veya daha genel anlamda Evrim Teorisinin bir ilişkisi var mıdır? Kesinlikle yoktur, ilişki olduğunu iddia edenler bence konular hakkında yeterli bilgisi olmayanlar. Darwin ırk kelimesini bir tür içindeki sınırlı genetik varyasyonları belirtmek için kullnıyor. Darwin’in yaşadığı dönemi ve yeri düşünelim. Kölelik ve Avrupalı olmayanları aşağı görmek en doğal şey. Darwin böyle bir ortamda yetişmiş ve yaşamış olmasına rağmen köleliğe karşı itirazlarda bulunduğu bilinmektedir. Mesela Darwin’in yaşadığı dönemlerde yaşamış olan önemli bir yaratılışçı olan Louise Agassiz Avrupalı olmayanları aşağı ırk olarak görüyor ve siyahların insan türünden olmadığını savunuyordu. Darwin ise hem köleliğe karşı çıkışı hem de tüm insanların aynı ortak atadan türediğini savunmasıyla yaşadığı dönemde çok ileri ve önemli bir yer teşkil ediyordu. Evrim Teorisindeki tüm insanların aynı atadan türediği ve hepsinin aynı canlı türü olduğu aralarında küçük sayılabilecek genetik varyasyonlar olduğu düşüncelerinin ırkçılık ve Sosyal Darwinizm denilen düşüncenin argümanlarına uymamaktadır.

Ernst Haeckel’in Nazizmin önemli bir kuramcısı olduğuna dair sözleri ise tamamen gerçek dışı ve hayalcidir. Ernst Haeckel 1834-1919 yılları arasında yaşamıştır Nazizmin kuramcısı olması mümkün değildir. Belki Ernst Haeckel’in düşünceleri Nazizmin temeli oluşturan düşüncelere dayanak sağlamıştır ve Naziler de bunu kullanmıştır denilebilir ama yine de bu bile pek gerçekçi olmaz. Çünkü Ernst Haeckel tüm insanların ortak bir kökene sahip olduğunu düşünüyordu. Aynı zamanda güçlü olanın yaşamına devam edeceği şeklindeki görüşü kabul etmiyor ve Darwin’in düşüncesindense Lamarck’ın kazanılan özelliklerin aktarıldığı şeklindeki görüşünü destekliyordu. Yani aslında Ernst Haeckel için Darwinist demek doğru olmaz ama evrimciydi ve evrim düşüncesini savunuyoru demek doğru olur. Evrim düşüncesinin de neden ırkçılıkla çeliştiğini yukarda açıklamaya çalıştım.

Daha sonra Mustafa Bey’in vahşi kapitalizmden, emperyalizme ve I. Dünya Savaşına kadar insanlık tarihinde kötü ne varsa bunları bir şekilde Darwin’e bağlaması beni şaşırttı. Bir ara II. Dünya Savaşı, atom bombası, Soğuk Savaş, AIDS gibi konuları da Darwin ile ilişkilendirmesinden korktum ama neyseki bu konulara girmeye fırsatı kalmadı ve program bitti.

Aslında 71 dakikalık konuşma içinde değinilebilecek daha pek çok şey vardı ama ben bunları seçebildim içlerinden. Daha fazlası için yazımın başında ses dosyasının linkini vermiştim, o dosyayı bilgisayarınıza indirerek tüm konuşmaları dinleyebilirsiniz.

Akıllı Tasarım Hareketinin amacı nedir?

Daha önce Akıllı Tasarım: Bilim mi din mi? başlıklı yazımda Kama Belgesi'ne değinmiştim ama sadece bu konuyla ilgili yeni bir yazı yazmak istedim.

Kama Belgesi (Wedge Document)'nde akıllı tasarım hareketinin kısa ve uzun dönemli planlarını ve hedeflerini anlatan Kama Stratejisini içermektedir. Bu belgede temel hedef olarak şu iki madde yer alıyor:
  • To defeat scientific materialism and its destructive moral, cultural and political legacies.
  • To replace materialistic explanations with the theistic understanding that nature and human beings are created by God.
Türkçe'ye çevirmek gerekirse aşağı yukarı amaçlarını şöyle ifade edebiliriz:
  • Bilimsel materyalizmi; yıkıcı manevi, kültürel ve politik mirasını yenilgiye uğratmak
  • Materyalist açıklamaları, doğanın ve insanların Tanrı tarafından yaratıldığı teistik (tanrısal) anlayışı ile değiştirmek.
Bu belgede temel hedeflerin dışında 5 yıllık ve 20 yıllık hedefler de koyulmaktadır. Bunların arasında Akıllı Tasarımın; "bilim dünyasında baskın olarak kabul gören bir teori haline getirilmesi", "dini, manevi, kültürel ve politik hayatın içine iyice işlemesi" gibi bazı hedefler de mevcut. Bu arada bu stratejinin adının neden "kama" olduğunu merak edenler olabilir. Kama belgesinde bu şöyle açıklanıyor: "Materyalist bilimi dev bir ağaç kabul edersek stratejimiz bir kama gibi görev görmesi için tasarlandı. Bir kama görece küçük olmasına rağmen, en zayıf noktasına vurulduğunda bir ağaç gövdesini ikiye ayırabilir."

Bu arada 5 yıllık strateji planı özeti bölümündeki şu ifade dikkat çekicidir:
Design theory promises to reverse the stifling dominance of the materialist worldview, and to replace it with a science consonant with Christian and theistic convictions.
Burada şöyle diyor: "Tasarım teorisi materyalist dünya görüşünün boğucu egemenliğini geri çevirerek, bunu Hristiyan ve teist inancıyla uyumlu bir bilim ile değiştirmeyi vaadetmektedir."

Diğer yazımda bunlarla ilgili yorum yapmıştım ama bu sefer sadece bilgilendirme amaçlı olarak bunları veriyorum. Yani bu hedefler, amaçlar ve strateji ile ilgili yorum yapmayacağım. Ama eklemek istidiğim som birşey daha var. Sizce bu belge nasıl ortaya çıkmış olabilir? Acaba AT'ciler bu hedefleri açık açık herkese söyledi mi? Elbette hayır. Akıllı tasarım hareketinin başındakilerden biri olan Stephen C. Meyer'in söylediğine göre belge DI (Discovery Institute) ofislerinin birinden çalınmış ve DI'dan izin alınmadan internete koyulmuş. Ne kadar ilginç öyle değil mi?

Bu konuda daha ayrıntılı bilgi isteyenler bu Kama Belgesine buradan ulaşabilir. Ayrıca buradan da Kama Belgesinin orijinalinin tarayıcıdan çıkarılmış pdf dosyasına ulaşabilirsiniz.

İndirgenemez komplekslik nedir?

İndirgenemez komplekslik kavramı, Akıllı Tasarım (AT) hareketini savunanların en fazla başvurdukları ve belki de AT'nin bilimsel bir teori olduğunu savunmak için kullandıkları yegâne argüman olarak karşımıza çıkıyor. Aslında indirgenemez komplekslik, AT'nin ispatlanması için kullanılamaz yani doğru olması AT'nin doğruluğunu göstermez ama bu yazımda bu konuyu bir kenara bırakıp indirgenemez kompleksliğin bilimsel konumunu inceleyeceğim.

İndirgenemez komplekslik kavramının mucidi olan Michael J. Behe, 1996 yılında yazdığı Darwin'in Kara Kutusu (Darwin's Black Box: The Biochemical Challenge to Evolution) kitabında indirgenemez kompleksliği şöyle tanımlıyor:
By irreducibly complex I mean a single system composed of several well-matched, interacting parts that contribute to the basic function, wherein the removal of any one of the parts causes the system to effectively cease functioning. (s. 39)

An irreducibly complex system cannot be produced directly (that is, by continuously improving the initial function, which continues to work by the same mechanism) by slight, successive modifications of a precursor system, because any precursor to an irreducibly complex system that is missing a part is by definition nonfunctional. (s. 39)
Burda Michael Behe, aşağı yukarı şöyle diyor:
İndirgenemez kompleks sistem ile temel fonksiyona katkıda bulunan, birbiriyle etkileşim halinde olan, iyi eşleşmiş çeşitli parçalardan oluşan ve bu parçalardan herhangi birinin çıkarılmasıyla çalışması sonlanacak olan tek bir sistemi ifade ediyorum.
İndirgenemez kompleks bir sistem, öncü bir sistemin ufak, birbirini takip eden değişimleriyle direk olarak (yani aynı mekanizma ile çalışıp ilk fonksiyonu devamlı olarak geliştirerek) üretilemez çünkü indirgenemez kompleks bir sisteme giden herhangi bir öncü sistem tanım gereği işlevsizdir.

İşte Michael Behe indirgenemez kompleks sistemi böyle tanımlıyor ve canlılarda bu özellikleri gösteren biyokimyasal yapılar olduğunu iddia ediyor. Bu yapılara örnekler veriyor ve kitabında bunları uzun uzun anlatıyor. Örnek olarak bakteri kamçısı (bacterial flagellum), kan pıhtılaşma sistemi (blood clotting system) ve bağışılık sistemi (immune system) gibi birkaç sistem veriyor ve bunların kendi tanımına göre indirgenemez kompleks olduklarını ve bu sebeple de evrimleşmiş olamayacaklarını iddia ediyor.

Şimdi ilk olarak Michael Behe'nin yaptığı indirgenemez komplekslik tanımını ve daha sonra da bu tanım gereği evrimleşmiş olamayacağını düşündüğü sistemleri inceleyelim.

Behe yaşamın tasarlanmış olması gerektiği sonucuna şu mantıksal düzen içinde ulaşıyor. Tanım gereği, indirgenemez kompleks bir sistemin bir parçası eksik öncüsünün işlevsiz olması gerekiyor. Böylece doğal seçilimde işlevsiz bir yapının seçilmiş olamayacağı ve böylece indirgenemez kompleks yapının bir bütün olarak tasarlanmış olması gerektiği sonucuna varlıyor. Ama gerçekte durum böyle değil. İlk olarak öncü bir sistemin daha az parçadan oluşması gibi bir zorunluluk yokur, yani daha fazla parçadan da oluşuyor olabilir. İkinci olarak öncü sistem farklı bir görevi yapıyor olabilir, yani öncü sistemin tanımdaki gibi işlevsiz olması şartı yoktur. Öncü sistem farklı bir fonksiyonu gerçekleştiriyor olabilir. Görüldüğü gibi Behe'nin kurmuş olduğu mantıksal düzende belirgin bir sorun var. Behe'nin indirgenemez komplekslik tanımına uygun yapılar olabilir ama bu onların evrimleşmiş olamayacağı anlamına gelmez.

Peki Behe'nin indirgenemez kompleks olduğunu düşündüğü, dolayısıyla da evrimleşmiş olamayacağını ileri sürdüğü ve "biyokimyasal makineler" olarak adlandırdığı yapılar gerçekten evrimleşmiş olamaz mı? Bu yapılar gerçekten de bir bütün halinde mi ortaya çıkmış olmak zorunda? İşte bu noktada, Behe'nin vermiş olduğu örnekler incelendiğinde, bilim adamları bu yapıların evrimleşmiş olabilecekleri sonucuna varıyor. İlk olarak bakteri kamçısını ele alalım.


Bakteri kamçısı

Flagellum yani kamçı organı prokaryot ve ökaryot hücrelerde bulunabiliyor. Bakteriler kamçılarını sıvı ortamlarda hareket etmek için kullanıyorlar. Bakteri kamçısının işlevini ve yapısını Mustafa Akyol şöyle açıklıyor (1):
Organ, bakterinin hücre zarına tutturulmuştur ve canlı ritmik bir biçimde dalgalandırdığı bu kamçıyı bir palet gibi kullanarak dilediği yön ve hızda yüzebilir.
[...] Bakterinin hareketli motoru, elektrik motorlarıyla aynı mekanik özelliğe sahiptir. İki ana bölüm söz konusudur: Bir hareketli kısım (rotor) ve bir durağan kısım (stator).
Bu organik motor, mekanik hareketler oluşturan diğer sistemlerden farklıdır. Hücre, içinde ATP molekülleri halinde saklı tutulan hazır enerjiyi kullanmaz. Bunun yerine kendine özel bir enerji kaynağı vardır: Bakteri, zarından gelen bir asit akışından aldığı enerjiyi kullanır. Motorun kendi iç yapısı ise olağanüstü derecede komplekstir. Kamçıyı oluşturan yaklaşık 240 ayrı protein vardır.
[...] Bakteri kamçısını kitabında detaylı olarak anlatan Michael J. Behe, sadece bu kompleks yapısının dahi, evrimi "yıkmak" için yeterli olduğunu savunmaktadır.
Aslında bakteri kamçısının indirgenemez kompleks olup olmadığıyla veya evrimleşmiş olup olamayacağıyla çok ilgisi yok ama yine de belirtmek lazım. Burda adı bahsi geçen bakteri kamçısını oluşturan farklı protein sayısı olan 240 doğru değil. Bakteri kamçılarının çok daha az proteinle oluştukları yapılan araştırmalarda ortaya konmuştur. Örneğin E. coli türü bakterinin kamçısının yapısında 18-20 farklı protein bulunmaktadır (2). Ayrıca farklı bakteri türlerinde farklı (E. coli'ninkinden daha az) sayıda proteinden oluşan kamçı türleri vardır. Ökaryot hücrelerdeki kamçı ise "cilium" olarak adlandırılmaktadır. Yapı olarak bakteri kamçısından oldukça farklı yapıdadır. Örneğin bir hayvan sperm hücresindeki cilium 250 civarında proteinden oluşmaktadır (2). Aslında sayılarda yapılan bu yanlışlığın çok da önemi yok. Asıl önemli olan nokta bakteri kamçısının herhangi bir parçası çıkarıldığında işlevsiz olacağı ve bu sebeple evrimleşmiş olamayacağı gibi hatalı bir sonuca varılmış olmasıdır.


Yapılan homoloji çalışmaları bakteri kamçısı ile "tip III salgılama sistemi" (type III secretory system) (TTSS)'nin birçok parçasının birbiriyle ilişkiliği olduğunu hatta bazı bakterilerde tamamen aynı olduğunu göstermektedir (3). TTSS bakterilerin başka hücrelerin içine protein aktarmak için kullandığı bir yapıdır. Hatta bazı ölümcül bakteriler ürettikleri protein toksinleri bu yöntemle kurbanlarının hücrelerine bu yolla aktarırlar (4). TTSS'nin protein yapısı üzerinde yapılan araştırmalarda bakteri kamçısının bazal (temel) bölümünün TTSS ile direk homolog olduğunu göstermektedir (4). Yani indirgenemez kompleks olduğu iddia edilen bakteri kamçısının ufak bir bölümünün oldukça işlevsel olduğu görülmektedir. Behe ise tek bir parçanın bile çıkarılmasının geri kalan kısmı işlevsiz kılacağını ve doğal seçilim mekanizması tarafından seçilemeyeceğini söylüyordu. Ama görüldüğü gibi indirgenemez kompleks kavramına yapılan itirazdaki gibi öncü bir sistemin asıl sistem ile aynı görevde olması zorunluluğ yoktur. Farklı görevi yapan bir sistem gen eşleşmesi, mutasyon ve doğal seçilim sayesinde başka bir işlev gören bir yapıya dönüşerek sağladığı avantaj sayesinde de korunarak gelecek nesillere aktarılabilir.

Peki bakteri kamçısının TTSS'den nasıl evrimleşmiş olabileceğiyle ilgili neler biliniyor? Bu konuda en geniş bilgiye Nick Matzke'nin makalesinden (4) ulaşmak mümkün. Matzke makalesinde bakteri kamçısının ve TTSS'nin yapısıyla ilgili bilgi veriyor, bakteri kamçısının evrimiyle ilgili önceki modeller hakkında bilgi veriyor ve daha sonra kendi modelini anlatıyor. Bu modellerin kesin doğru olduğunu iddia etmek mümkün değildir ama zaten bu modellerin amacı da bu yapıların nasıl evrimleşmiş olabileceğiyle ilgili mantıklı, olası varsayımlar ortaya koymaktır çünkü Behe indirgenemez kompleks olduğunu söylediği yapılar için bu tip olası modellerin oluşturulmasının mümkün olmadığını söylemektedir.

Bakteri kamçısını bir kenara koyarsak yılan balığı sperm hücresinin kamçısında (ökaryot bir hücrede olduğu için cilium) üç önemli bölüm eksiktir. Yani Behe'nin kitabında indirgenemez kompleks olduğunu iddia ettiği ve bu yapının vazgeçilmez parçaları olarak belirttiği bazı parçalar bu yılan balığı sperm hücresi kamçısında bulunmamaktadır ve buna rağmen normal olarak görevini görmektedir (6). Bu da Behe'nin belirttiği yapının kendi tanımına göre indirgenemez kompleks olmadığını göstermektedir.


Kan Pıhtılaşma Sistemi

Michael Behe'nin indirgenemez kompleks olduğunu iddia ettiği bir başka sistem de omurgalılardaki kan pıhtılaşma sistemidir. Omurgalıların kan pıhtılaşma sistemi "kaskat" olarak adlandırılan bir yapıdadır. Yani bir nevi domino taşlarından kurulmuş bir sistemdir ve son hamlede kan pıhtılaşması gerçekleşir. Sistemde görevli proteinler, kofaktörler (enzimlerin çalışmasını sağlayan maddeler) ve proteazlar (proteinleri peptit bağlarını kopararak parçalayan enzimler) görev almaktadır. Kan pıhtılaşması iki farklı yolla gerçekleşebilir: İntrensek ve ekstrensek yol. Bu iki yol Jeremy M. Berg'un Biochemistry kitabında aşağıdaki şekilde gösterilmektedir.


Bu şekilde pembe ile gösterilenler maddelerin aktif olmayan, sarı ile gösterilenler ise aktif halledir, mavi ile gösterilenler ise kofaktörlerdir. Ayrıca tüm Roma Rakamıyla gösterilenler rakamın önüne "faktör" koyularak okunur. Örnek vermek gerekirse faktör VIIIa bir kofaktördür ve aktif haldeki faktör IX (yani faktör IXa)'un yardımcı olarak inaktif haldeki faktör X'u aktive hali olan faktör Xa'ya dönüşmesini sağlar. Şekilden bakarak aynı mantıkla her adımda neler olduğunu anlayabilirsiniz.

Şekilden görülebileceği gibi intrensek ve ekstrensek yollar bir noktada birleşir. İki yolla da faktör X aktive edilir ve faktör Xa ile faktör Va, protrombini trombine dönüştürür. Trombin ise kan plazmasında çözünebilir bir protein olan fibrinojeni parçalayarak fibrine dönüşmesini sağlar ve daha sonra faktör XIIIa'nın da devreye girmesiyle fibrin pıhtıları oluşarak gerekli yerlerin tıkanması sağlanır. Burda temel yapıyı kısaca anlatmak istedim, daha ayrıntılı bilgi için buraya, buraya ve buraya bakabilirsiniz.

İşte Michael Behe bu sistemin indirgenemez kompleks olduğunu ve bu sebeple evrimleşmiş olamayacağını iddia ediyor. Yani Michael Behe'nin tanımına göre bu sistemin bir parçasının bile olmaması sistemin çökmesine, çalışmamasına sebep olacaktır. Ama intrensek yolda karşımıza çıkan faktör XII veya diğer adıyla Hageman faktörü yunuslarda ve balinalarda yoktur (5) ama kan pıhtılaşma sistemleri çalışmaktadır. Yani kan pıhtılaşma sisteminin indirgenemez kompleks olmadığını çok açık bir şekilde görmekteyiz. Ama bunu Michael Behe de görüyor. Amerikan Doğa Tarihi Müzesi'ndeki bir forumda Kenneth Miller ile Michael Behe karşılıklı tartışırken (tartışma metnine buradan ulaşabilirsiniz) Miller yunuslardaki bu olayı dile getiriyor ve Behe kan pıhtılaşma sisteminde gereksiz parçalar olduğunu kabul ediyor. Behe bu sebeple bütün pıhtılaşma sistemi yerine bu sistem içindeki sadece 4 parçayı (fibrinojen, protrombin, Stuart faktörü, and proakselerin) seçerek bunların indirgenemez kompleks bir sistemin parçaları olduğunu söylüyor. Ama ortada sadece bu parçalardan oluşan bir sistem yok gerçekte ve evrim sürecinde sadece bu parçalardan oluşan bir sistemin oluşması şart değildir. Kaldı ki Behe'nin kitabında söylediği gibi kan pıhtılaşma sisteminin moleküler evrimiyle ilgili hiçbir şey bilinmiyor falan değildir. Literatürde bu konuyla ilgili birçok makale ve çalışma vardır. PubMed'de arama yaparak bu konu ile ilgili yazılmış makalelerin listesini görebilirsiniz. Ayrıca buradan ve buradan da bu konuyla ilgili önemli birçok referansa ve linke ulaşabilirsiniz. Yani Michael Behe ya bilimsel literatürü pek iyi takip etmiyor ya okuyucularının takip etmediğini düşünerek bol keseden atıyor ya da hiçbir açıklamayı nedense tatmin edici bulmuyor.


Bağışıklık Sistemi

Michael Behe, Darwin'in Kara Kutusu kitabının 6. bölümünü bağışıklık sisteminin parçası olan ve indirgenemez kompleks olduğunu iddia ettiği 3 sisteme ayırıyor. Bu 3 sistemin neden indirgenemez kompleks olmadığı Matt Inlay tarafından Evolving Immunity başlıklı yazısında ayrıntılarıyla anlatılmıştır. Bu 3 sistemden biri olan tamamlayıcı sistemin (Complement System) neden indirgenemez kompleks olmadığı Mike Coon'un Is the Complement System Irreducibly Complex? başlıklı yazısında incelenmektedir. Ayrıca bağışıklık sisteminin nasıl evrimleştiği konusunda da birçok bilimsel makale mevcuttur. Mesela daha önce linkini vermiş olduğum PubMed'de arama yaparak bağışıklık sisteminin evrimiyle ilgili ne kadar çok makale olduğunu görebilirsiniz. Ayrıca buradan ve buradan da konu ilgili faydalı kaynaklara ulaşabilirsiniz. Ama nedense bunların hiçbiri Michael Behe için yeterli olmuyor. Amerika'da Dover'daki Akıllı Tasarım davasının kararında Yargıç Jones, Behe'ye bağışıklık sisteminin evrimiyle ilgili 58 peer-reviewed (hakemli dergilerde) makale, 9 kitap ve birkaç ders kitabı bölümü gösterildiğini ama Behe'nin bunların hiçbirini yeterli görmediğini söylüyor. Hem de bu kitapların ve makalelerin çok büyük bir kısmını okumamış olmasına rağmen kendi istediği şekilde bir evrim sürecinin bu kitap ve makalelerde anlatılmadığını düşündüğünü söylüyor. Ayrıca yine bu davada verdiği ifadesinde bir yerde bağışıklık sisteminin nasıl evrimleştiğiyle ilgili araştırma yapmadığını çünkü bunun verimli bir çalışma olmayacağını (yani sonuca ulaşamayacağını) düşündüğünü söylüyor. Yani Behe bunun olamayacağına kendini öyle inandırmış ki konuyla ilgili ne tüm bilimsel görüşleri ve bakış açılarını inceleme gereği duyuyor ne de nasıl evrimleşmiş olabileceğini ve kökenini kendi araştırıyor. Aslında bu sadece bağışıklık sistemi ile ilgili de değil. Yukarda anlattığım diğer yapılar için de aynı şey geçerli.


Sonuç

Tüm bunlar bize Michael Behe'nin en başında önemli bir hata yaptığını göstermektedir. Michael Behe bir biyokimyacıdır ve özellikle de protein sistemleriyle uğraşmaktadır. Proteinlerden oluşan kompleks yapıların evrimi konusunda yanlış bir düşüncesi var. Behe şöyle düşünüyor: Elimizde 100 proteinden oluşan kompleks bir sistem varsa bu sistemin evrimleşmiş olması için daha önce 99 proteinden oluşan ve aynı görevi yapan bir yapı olmalıdır. 99 proteinlik yapı ise ancak 98 proteinlik ve aynı görevi yapan bir yapıdan evrimleşmiş olmalı. İşte Behe biyokimyasal yapıların evriminin böyle olması gerektiğini düşünüyor. Ama bunun böyle olması gerekmediği çok açık. Proteinlerden oluşan yapıların evrimi DNA yapısındaki değişikliklerle olur ve DNA yapısında oluşacak değişikliğin tek bir protein eklenmesine veya yapı içindeki sadece bir proteinin değişmesine sebep olmak zorunda olmadığı çok açıktır. Ayrıca öncü bir sistemin aynı görevi yapıyor olma gibi bir zorunluluğu da mevcut değildir. Ama Behe böyle olması gerektiğini düşünüyor ve bu tip adım adım kademeli bir evrim sürecinin bilim adamları tarafından açıklanamadığını söylüyor. Yani yukarda anlattığım gibi Behe'nin kendisine sunulan ve bu yapıların olası evrim modellerini anlatan makale ve kitapları bu sebeple kabul etmiyor ve yeterli görmüyor. Sanırım bu sebeple Behe hiçbir zaman bu açıdan kendini tatmin eden bir evrim modeliyle karşılaşmayacak çünkü beklediği şey zaten mümkün olmayan birşey.

En son olarak da Michael Behe'nin veya başka birinin şimdiye kadar, herhangi bir yapının indirgenemez kompleks olduğunu ve evrimleşmiş olamayacağını savunduğu ve hakemli dergilerde yayınlanmış hiçbir makalesi olmadığını belirtmek istiyorum. Sanırım Behe artık, konuyu fazla bilmeyen ve araştırma yapma imkanı olmayan insanları etkilemek için kitap yazmak yerine bilimsel olduğunu iddia ettiği argümanlarını hakemli dergilerdeki makaleleriyle bilim adamlarına sunmalı.

Akıllı Tasarım hareketi önceki yazılarımda da belirttiğim gibi argümanlarını bilgisizlikten almaktadır. Bilimde bazı boşluklar yaratıp bunların sebebini akıllı bir tasarımcıya atfetmek bilimin araştırma, gözlem ve deney gibi kademelerini ortadan kaldırmak ve yüzyıllar öncesinin gücünü bilgisizlikten alan düşüncelerini kabullenmekten başka birşey değildir. Baksanıza Behe bağışıklı sistemiyle ilgili araştırmalarda sonuca ulaşılamayacağını düşündüğü için araştırmadığını söylüyor. Bu nasıl bir bilimsel yaklaşımdır. Bir bilim adamı böyle önyargılarla hareket etmemelidir. Behe işin başından kendi kriterlerine göre evrimleşmiş olmayacağına karar veriyor ve bu sebeple o yapıları araştırmıyor hatta yapılan tüm araştırmaları inceleme gereği bile duymuyor.

Bir de Akıllı Tasarımcılar teorilerinin bilimsel olduğu iddiasıyla okullarda öğrencilere öğretilmesi gerektiğini savunuyorlar. Hakkında hakemli saygın bilim dergilerinin hiçbirinde bir tane destekleyici makale yazılmamış bir teorinin (aslında ortada teorisi falan yok ama...) okullarda öğretilmesi çok yanlış olur.


Referanslar:
1. Mustafa Akyol, Akıllı Tasarım [Intelligent Design] Teorisi, 2004
2. N. J. Matzke, Evolution in (Brownian) space: a model for the origin of the bacterial flagellum, 2003
3. Ian Musgrave, Evolution of the Bacterial Flagella, 2000
4. Kenneth R. Miller, The Flagellum Unspun: The Collapse of "Irreducible Complexity", 2004
5. Robinson, A. Jean, Kropatkin, Mona, and Aggeler, Paul M. 1969. Hageman Factor (Factor XII) Deficiency in Marine Mammals. Science 166:1420-1422.
6. Kenneth R. Miller, Answering the Biochemical Argument from Design, 2003